16 Şubat 2011 Çarşamba

KORKMA!


-Korkuyorum, diyor. 

Doğrusu teselli edecek bir cümle bulamıyorum. Ülkede “korkma” diyecek nesnel koşullar mevcut olmadığı gibi bireysel olarak da başını okşayıp korkusunu dindirecek cesaretimi kaybettiğimi anlıyorum. İşin kötüsü artık ben de korkuyordum, ki karanlıktan, yalnızlıktan, uçurumlardan, vahşi hayvanlardan ..vs korkmayan bir insan olarak otuzüçüncü yılıma girdiğim şu hayatımda cesaretini kaybetmenin ağırlığıyla kamburlaşmışım sanki. Evet, korkularımız birer kambur olup sırtımızda gün geçtikçe eğiyor başımızı yere. Korkum kendime dair değildi elbet, geleceğe dair, gençliğe, çocuklara, özgürlüğe ve sahip olduğumuz güzel şeylere dair. 

Üniversite yıllarımda bir gün gözaltına alınmıştım. Benimle birlikte alınan tecrübeli arkadaşlar bize bilgi veriyorlardı. Kafamızı masa köşelerine vurabilirmiş polis kafamızı korumamız gerekmiş falan da filan. Korkmadım hiç, hatta kolumu tutan polise bir kükremişim ki “bırak kolumu kendim gelirim” diye sonradan televizyondan izleyip aktaran arkadaşlardan kendimi bir efsanenin kahramanı gibi dinlemiştim. Şimdi istatistikler işkence azaldı diyor ama korkuyorum. Suçsuz insanların özgürlüklerinin ellerinden alınmasından, farklı seslerin susturulmasından daha korkunç ne olabilir ki.. Telefonla konuşmaktan, internette uzaklardaki bir arkadaşımla memleket meselesi konuşmaktan korkuyorum. Kendime dair değil korkularım diğer insanlara benzetilmekten korkuyorum. 

İnsanın düşüncesini yakın bir arkadaşıyla paylaşamaması esaret değil de nedir? Bir samimi sohbet edememesi, sürgüne göndermesi beynindeki düşünceleri dayanılmaz değil midir? Uzak bir ülkeden üniversite yıllarından dostumla yazışıyoruz. Nasıl, umut var mı diye soruyor. Kaderimizi diyorum uluslar arası sermaye şirketleri belirliyor. Biliyorum yazışmalarımızı da okuyorlar. Eskiden devletle karşılaştığımızda korkmazdık şimdi ise karşımızda devleti görünce yolumuzu çeviriyoruz diyorum. Koca ellerinde iletişimin tespiti tutanakları ya da vergi cezaları ya da ne bileyim komplolar, iftiralar sallaya sallaya karabasan gibi çökerse üstümüze diye yolumuzu çeviriyoruz diyorum. 

Tekrar dönüyorum küçük kıza korkma diyorum korkarak. İçerde, dışarıda her yerde sermayenin artı değerine katkı sunan dişlilerin arasında bir toz zerresiyiz nihayetinde. İstediğini susturur, istediğini tahta oturtur, istediğini tasfiye eder ya da başımızın tacı yapar dilediğinde. Korkma yine de kayalar toz zerrelerinden oluşur ve dişlinin arasına sıkıştı mı dişliyi durdurur olduğu yerde. 

-Korkuyorum diyor feri sönmüş gözlerle.. 

Nasıl diyebilirim ki “korkma” diye. Hergün gözlerinin önünde şiddet yaşanan bir çocuğun iflah olmaz psikolojik bozukluğu yerleşmiş içimize.. Bir tıkırtı gelse sıçrayacak gibiyiz yerimizde. 

-Korkuyorum diyor, hiçbir şey kalmayacak sanki elimizde.. 

O zaman elimiz kalır diyorum, kaybedecek şeyi kalmamış ellerden daha güçlü ne olabilir? KORKMA!

ARAF


Daha huzurlu bir yer yok bence şu mezarlıklardan. Ne bileyim herkes sessiz, herkes komplekssiz, mülayim, hareketsiz. En çok gürültü edenler kuşlar, böcekler.. O da doğal müzik niyetine gözleri kapayarak dinlenecek cinsten. Çiçekler ölülerden daha nazlı, su dökmezsen bir süre küsüveriyorlar. Ölüler bir reaksiyon göstermediğinden küsmediklerini varsayıyorum. Arada bir mezarlığa gitmek huzur bulmanın yanı sıra hayatı anlamak için de gerekli bence. İmanın şartları arasına koyulsaydı daha çok insan dindar olabilirdi aslında. Dünyanın da bir yansıması gibidir mezarlıklar. Siyah granit taşlı mezarlar zenginliğini ortaya koyarken bazı ölülerin, kimi bakımsızlıktan çökmüş kimsesizliğini haykırır. Hergün mermeri silinenler geride yoğun bir seven bıraktığını gösterirken kimileri de çiçek bahçesi gibi taze, canlı çiçeklerle bezelidir.
Bizim mezarlığın yanı başında derme çatma bir evde tek başına yaşayan yaşlı bir kadın var. Bizim mezarlık diyorum çünkü zaman geçtikçe akrabalar, tanıdıklar mekân tuttu orayı ki sanırım benim de orda kalırsa bir kaç karış toprağım olacaktır o yüzden sahipleniyorum. İşte bu bizim mezarlığa ne zaman gitsem yaşlı kadın çeşme başında ibrikleri doldurur. Sıraya mı koydu yoksa sadece sahipsiz olanlara mı bakıyor bilemem ama hergün mezarları suladığı kesin. İki ibrik almak için çeşme başında beklerken dolulardan uzatır yaşlı kadın görev edinmiş ne de olsa ibrik doldurmayı. “Al kızım Allah kabul etsin” der. “Yok ben sadece konuşmaya geldim teyze, bildiğim dört dua Temel’in ki gibi üç Kulhü bir Elham” diyecek olsam da O’nun saf, karşılıksız hizmeti susturur beni.
Babam gözlerimden öperdi, bıyıkları batardı gözlerime. Şimdi de geceleri yıldızların okları batıyor. Geleceğiz biz de bir gün, bekle diyorum hep ayrılırken. Bekleyen biz miyiz yoksa? Gidecek olan da bekler ne de olsa. Sabırsız ilkbaharın mevsimi arafta bırakması gibi kendimizi yaşarken arafta bırakmaya gerek yok. İlkbahar-kış arasında gidip gelen mevsimin kararsızlığı gibi yaşam-ölüm arasında kararsız kalmak olmaz. Yalancı bahar nasıl kandırırsa meyve ağaçlarının çiçeklerini, yalancı ölüm de çevremizdeki hayatımızı tatlandıracak güzellikleri kandırıp soldurmaktan başka işe yaramaz. Evet, ölü insanlarla dolu etrafımız yaşadığını zanneden, yalancı baharlarla sahte ışıklar saçıyorlar. Efendileri var birden fazla, bir köle gibi bağlı oldukları sanrılar, buz kesen bir yalancı bahar ısırmaktadır hayatlarını. Beklemesini bilmek lazım o halde sükunet içinde gideceği günü, ukalalık etmeden. Güneş olsa da mevsim kışsa hava soğuktur ne de olsa..

BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR


BEKLE
Birinci gün..
Daha kaç gün bekleyeceğini bilemezken ilk günün yorgunluğu çökmüştü üzerine. Sabah uyandığında bir mektup bulmuştu kapının önünde. Kafka’nın “Sevgili Milena”sına yazdığı gibi hep uzakta olmanın naifliğini taşıyordu. Gidiyorum savaşa diyordu olanca dokunaklığıyla. Bekle, geleceğim ve o zamana kadar “sevgiyle kal”.
İlk satırlarında döktüğü gözyaşlarını aceleyle silerken arkasından yetişir miyim diye çocuk acemiliğinde adımlar atarken savaşçının çoktan yol aldığını anladı. “Yaşadıklarımla savaşmaya gidiyorum, yılların biriktirdiği kötü kalıntıları söküp atmaya, arınıp damarlarımdaki kin tutan yuvarlardan, zafer kazanmaya gidiyorum.” Demişti. Ah mezar taşlarının kıymetini şimdi anladım diye iç geçirdi kadın. Sarılacak bir taşı bile olmazdı ya eski savaşçıların. İçinde titreyen bir telli çalgının teli değildi. Bizzat kendi iç sesiydi. Kanatlarını nasıl da hızlı çarpıyordu karnına yerleşmiş kelebekler. Keşke kendi canının acımasıyla yetinseydi bu bekleyişler. Daha ilk günün ağırlığı altında bu kadar ezilmişken beklemek şimdiden dipsiz bir kuyu gibiydi. Sevgiyle kal diyordu sonunda mektubun, sevgisiz kalamazdı ki zaten. Söylenmemiş cümleleri vardı daha. Ezilirken söyleyememenin pişmanlığı altında, biriktirip toparlayıp sevgiyle kalakalacaktı olduğu yerde. Hareketsiz kim bilir daha kaç gün..
Kafka, Milenasına; sen bir bıçaksın demişti, ve ben her gün içimi deşiyorum o bıçakla. İstemem böyle cümleler kurmasın bana.. Ama desin ki; sen benim can suyumsun ve ben her gün yeniden yeşertiyorum içimdeki yaşama sevincini.. Damarlarımdaki kanımsın ve ben seninle her nefesimde yeniden keşfediyorum vücudumun coğrafyasını.. 24 Ocak 2011
BEKLEM
İkinci gün…
Bir gün eline tutuşturmuş olduğu o solgun fotoğrafıyla kahramanının, uyuyakalmıştı mecalsiz. Gece ansızın uyanmıştı birkaç kez, her çıtırtıyı postacı sandığından. Geceyle gündüz birbirine karışmıştı. Bir haber bekliyordu sadece “iyiyim” diyen bir haber. Dün değil de gittiği sanki yüzyıllar önceydi. Ne kadar isterdi savaşa beraber gitmeyi, yaralarını sarmayı, su vermeyi, alnını silmeyi..
O gittiğinden beri yağmur hiç durmamıştı. Karnında kanat çırpan kelebekler gibi, durulmamıştı kanatsız yağmur damlaları. Küçükken yatağa girdiğinde dua ettiği günlere dönüp bütün saflığıyla bildiği bütün dinlerin tanrılarına yakardı. İyi olsundu da yıllarca sürecek mektuplaşmaya ve yağmurlara razıydı. Varsın bulutların gözyaşları hiç kurumasındı.
Yine gece, bu kez siyah pelerinlerini örtmüş üstlerine ağaçlar. Bari yıldızlar oklarını gözlerime batırmasalar diye düş-ündü.. 25 Ocak 2011
 
BEKLEME
Üçüncü gün…
Hâlâ bihaberdi.. Bu sabah, müjganından dökülen katrelerin kötü haber getiren bir haberci olduğu konusundaki tecrübesini hatırlayıp henüz öyle bir duruma gelmediği için şükretti. Bütün gün durmaksızın yağmur yağdı. Ama bugün akşam üstü bir sokak lambasının ışığında yağmur damlalarının kanatlandığını gördü. Bir mektup yazsam diye düşündü. Yağmurun altına bırakacaktı, kelimeleri yerinden söken damlalar buharlaşacak ve bulutlara karışıp gökyüzünden okutacaktı kendini. Adres kısmına ne yazacaktı? Bay Kahraman Herakles; Harp meydanı.. ya gitmezse, yok en iyisi beklemekti.
Biliyordu savaşçı yüreğini ortaya koyar muzaffer olurdu. Ama bir haber, sadece bir haber almayı ne kadar çok isterdi. En kötüsü de kimse bilmezdi beklediğini. Beklediğini anlasalar bile kimi bekler, neyi bekler kimse kestiremezdi. Ahh üçüncü günü de geçirse belki iyileşmeye başlayan yaralar gibi hafiflerdi beklemenin acısı.. 26 Ocak 2011
BEKLEMEK
Dördüncü gün…
Alacakaranlıkta yatağından fırladı, eline baktı. Rüyayla gerçek arasında gidip geldi saniyeler içinde. Ağaçların üzerine kurulu evlerden cennetin ortasındayken küçülüp bir avuçiçine sığar oldu kahramanı. Yani el kadardı. İncitmeden yatırarak koluna, ezerek bütün engelleri çıkan yoluna, koşuyordu ama nafile, kaygıyla uyanıp umutsuzluğa duçar oldu.
Bu zulmet, bu sessizlik her gün yavaş yavaş nefesini kesiyordu. Soluk alışları azaldıkça sanki beklediği zaman azalıyordu. Savrulan düşünceleri dönüp dolaşıp yine tanrıya bulaşıyordu. Tam da diyordu isyan bayrağım kurumaya başlamıştı toplayacaktım, nerden çıktı bu yağmur?.
“Bu kadar bilmeseydim de Eflatun’un mağarasına inansaydım, gördüklerim zahir olsaydı, gerçekler sonsuz.. ve ben o sonsuzlukta seni bekleseydim” diye iç geçirdi. Gün geçtikçe uzayan günleri kesecek bir makas istedi, tanrı vermedi.. Ah kürek cezasına razıydı da bekleme hükümlüsü olmasaydı.. 27 Ocak 2011
.........
BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR
Ondördüncü gün…
Beşinci gün bir haber geldi sonunda o meşakkatli bekleyişi sonlandıran. Savaşa giden, bir tren istasyonunda kalmıştı günlerdir. Ne geri dönebilmiş ne de yola çıkabilmişti. Uzayıp giden rayların ortasına sıkışmış, üstünden tren geçen biri gibi kıpırtısız kalakalmıştı günlerdir. Haber aldı ya kadın gerisi laf hiç sormadı ötesini.. Rahatlamanın verdiği huzurla hastalandı. Günlerce yarı ölü yarı diri yatarken mektuplarını yazamadı.
Huzur iyi değil insan için diye düşündü. “Adamcağız yıllarca çalıştı didindi, çocuklarını okuttu, evlendirdi, emekli oldu tam hayatını yaşayacakken bu kötü hastalığa tutuldu terki diyar etti” derlerdi çevresinde sık sık. Böyle vakaların yaşanmasından bir genelleme çıkardı kadın kendince “Huzurun fazlası hasta eder insanı”. Kendisi de haber alır almaz yataklara düşmüştü işte. Biraz kavga olmalı hayatta, mücadele olmalı, yenecek düşmanları, zaferleri, kazanımları, diri tutan kaygıları, beklentileri, umutları.. Hayata tutunacak kıskaçları olmalı insanın.
Dünyanın başını döndüren güneş gibi bir yıldızı olmalı insanın da başını döndüren. Bir tutkusu olmalı insanın gerektiğinde öldüren. Ki ölenler olmazsa bir ideal uğruna nasıl yaşardık biz şimdi kıymetini bilmediğimiz onurumuzla. Promete olmasaydı, Bruno yakılmasaydı, Sokrates zehirlenmeseydi ve adını bilmediğimiz nice kahraman kavga etmeseydi hala dünyanın döndüğüne bile inanmayan kölelerdik belki. Başkaları için ölenler ve kendileri için yaşayanlar dünyanın başından beri adaletsiz bir düzen gütmüşlerdi. İnsanlığın istediği bütün değerler kıymetini kanla biçerdi. Bilmem kaç insan kanı içmeden barış gelmezdi mesela herhangi bir zamanda herhangi bir yerinde dünyanın. İnsanın bedenine dokunmamak için işkence sandalyeleri yıllarca kan içti. Bu dünyanın düzeni böyleydi, birileri insan gibi yaşasın diye birileri fedakârlık etti. Tam bunları düşünürken bir ses işitti; “n’olursun uyan artık, aç gözünü, bizi sensiz bırakma”. Kadın rüya gördüğünü zannetti, uyanmaya çalıştı, açamadı gözlerini. Gözkapaklarındaki tonlarca ağırlık da neyin nesiydi. Tekrar uyuyacakken savaşçının sesini duydu “kazanacaksın, sen güçlüsün” , gözlerini nasıl olduysa açabildi ve O’nu gördü. Bulanık bir dünyaya bakarken O’nun gözleri bir yıldız gibi parladı sanki. “On gündür yoğun bakımdasın” dedi kadına. Bir tren istasyonunda bulmuşlardı kadını ellerinde güvercin tüyleri, cebinde küçük bir not kâğıdı;
“bir lodos sıcaklığında yeniden gel”
Tamamen uyandığında anladı ki aslında giden kendisiydi.. Bekleyen yine kendisi.. Ve beklemek en yorucu, en yoğun devinimli bir ruh eylemiydi.

BURSA'DA ÜÇ CİNAYET

Burnuna eski zamanlardan kalma sabun kokusu geldi. Tombul memelerini camdan sarkıtan teyzelerin duvarlara sinmiş sabun kokusu. Etrafı parmaklıklarla sarılı sitelerin olmadığı mahallelerde gezmeyi severdi. Eskilerde yaşamış ruhların esintileri çarpıyordu yüzüne. Karşılıklı ve düzenli iki katlı Rum evlerinin bulunduğu bu yaşlı sokakta, camdan cama konuşulmuşların yankıları çınlıyordu kulaklarında. Tarihin bilinen en eski cinayeti demek bu şehirde işlenmişti. 8500 yıl önce desem ne ifade eder ki. Çakmak taşından yapılmış bir okla vurulan savaşçının kemiklerini bulmuş arkeologlar, karnı da deşilmiş üstelik 85 asırdır insan aynı insan, sadece cinayet aletleri gelişmiş. Kemiklerin bulunduğu yer dolaştığı kıyıya çok da uzak değildi, acaba o devirlerde Aktopraklık’tan Mudanya’ya gelirler miydi? İnsanların o zamanlar paylaşamayacakları şeyler daha azdı. Cinayetin bir aşk cinayeti olması gerektiğine inandı. Hep duygu arkeologu olduğunu sanırdı. Bu mahalledeki evler bile büyük gelirdi o zamanki insanlara herhalde, oysa şimdi bize küçük geliyor, zaman nasıl da küçültüyordu her şeyi. İhtiyaç duyduğumuz şeyler büyüdükçe aslında küçülen beynimiz değil miydi?

Dolaştığı mahallenin konseptine uygun bir zamana dönüp Tuti’yi hatırladı. Bursa’da işlenmiş diğer bir tarihi cinayetin kurbanı.* 250 yıl önce Şehreküstü’de adı kötüye çıkmış bir kadındır Tuti. O zaman da şimdiki gibi yoksullar kötü işler yapardı. Mahalleli istemezse ordan oraya taşınır, tutunabildikleri kadar yaşarlardı. Tuti bu mahallede yaşamış mıydı acaba diye düşünürken, bir kadının bu mahalleden kovulmuş olma ihtimalini kafasından silip attı. Bir gece cesedi bulunmuş Tuti’nin birkaç mahalle ortasında. Anadolu ahkam defterlerinden anlaşıldığı kadarıyla o zamanlar faillerden çok diyetin peşine düşermiş maktul yakınları. Mutlaka diyeti sağlama almak için cesedi birkaç mahallenin orta yerine bırakılmış. Ah Tuti denize girip arınmak için bile olsa bu mahalleye gelmiş miydi? Bursa’da ikibuçuk asır önce de Aralık sonunda papatyalar açar mıydı? Tuti papatya toplayıp saçlarını sarartır mıydı? Cezasız kalmış katili bir kez olsun pişmanlık duymadı mı diye sorgularken tarihin kuyusunda emilen cevapsız sorularla boğulacakmış gibi oldu. Üstelik kendisinin işlediği cinayeti anımsadı.

Üçüncü cinayeti kendisi işlemişti Bursa’da. Hem de bir gemiyi öldürerek, en uzun gecenin sabahında. En uzun gece demişken 22 Aralık sabahı kendisi için yeni bir yılın başlangıcıydı. Günlerin uzamaya başlaması yeni bir yıl için daha anlamlıydı. O sabah limandaydı, açık denizlere sevdalı bir gemi yanaştı. Attığı demir limanın kıyısını yaralamıştı, dayanamadı can havliyle bir fırtına koparttı gemiyi parçaladı. Ve tarihin sayfalarına geçmeyecek bu cinayetin faili, arkeologlar bulmasın diye geminin parçalarını yaktı. Cinayeti sadece Tuti gördü bir de omurundaki çakmaktaşıyla savaşçı..

* "Osmanlı'da Asayiş, Suç ve Ceza" ,Tarih Vakfı Yurt Yayınları

BALIKUŞ

Kayalıklara konmak pek adeti değildi ama nedense kendisini kayalıklarda buluverdi. Etrafına bakınırken birden daha önce görmediği bir çeşit balığın da kayalıklara zıpladığını gördü. O anda daha önce hissetmediği ve tarif edemeyeceği bir duygu kapladı içini. Konuşmak istedi ama balıkdili bilmiyordu. Balığın da konuşmak ister gibi çırpındığını ama kuşdili bilmediğini anladı. Sonra birbirilerine bakarak sustular. Genel olarak hayvanların kendi aralarında susarak konuştuğu bir dil vardı. Bir balığın kayalıklara zıplaması tuhaf olduğu gibi bir kuşun kayalıklara konması da pek rastlanır davranış değildi.
-“Sen balık değilsin.” dedi düşünerek kuş.
-“Ben de bazen kuşku duyuyorum türümden ama yapabileceğim pek bir şey yok.” diye cevapladı balık içinden.
-“Balığa benzemediğin gibi suyun dışında yaşamaya çalışıyorsun.”
-“Bazen suyun içindeki oksijen yetmiyor bana, bu sana tuhaf gelebilir ama solungaçlarım diğer balıklarınki kadar iyi değil.”
-“Üstelik ağzın da biraz benim gagama benziyor.”
    İlk defa bu kadar yakından kuş gören balık, yüzgeçlerinin de kanatlara benzerliğiyle şaşkına döndü. Eğer kendisi gerçekte kuş idiyse nasıl balığa dönüşmüştü. Gece rüyalarına giren uçma hissini düşündü, sonra çevresindekilerin geçmişte yolduğu tüylerini anımsadı, iyilik yapıyorlarmış gibi arada bir çıkan tüylerini yoluyorlardı sonra da hiç tüy çıkmamaya başlamıştı.
-“Kuş olsam bile bu saatten sonra uçamam herhalde. Zaten denizin içinde beni bekleyenler var. Dostlarım mesela, her şeyi unutuyorlar ve ben onların hafızası gibiyim. Sevdiklerim, çocuklarım beni görmeden duramazlar.”
-“İnanamıyorum sana” diye susarak içinden konuştu kuş. “Kendini inkâr ederek yaşamışsın bu güne kadar. Seni inkâr edenlere ait olmuşsun. Tabiatına aykırı bir tabiatta solumaya çalışmışsın. Oysa olmadığın bir şeyi olmayı başardıysan kendin olmayı daha kolay başarabilirsin. Senin tabiatın uçarak yaşamayı gerektiriyor. Ve şimdi burada uçmaya başlamazsan, başlamazsan…” sonunu getiremedi.
-“Bütün yaşadıkların ağırlık olarak birikseydi üstünde uçamazdın sende, oysa bugüne kadar uçarak hafifletmişsin hayatı kendine.”
    Anladı ki kuş, zordu balığa dönüşmüş birisini uçurmak gökyüzünde. Tabiatından koparılmışın acısını hissetti minik yüreğinde. Bırakmak istemediği halde balığı, ona dönüşmemek için baktı gökyüzüne çırptı kanadını, bundan sonra nerede olursa olsun içinden o balıkla konuşacağını bile bile havalandı. Balık arkasından baktı, gökyüzü karardı, üstüne minik bir damla düştü, yağmur çiseliyor sandı, denize atladı..

KAFES


Sabah elini yüzünü yıkarken bütün ilçeye yayın yapan hoparlörlerden mikrofon tıkırtıları gelmeye başladı. Mikrofona üfleme sesiyle deneme yapıldıktan sonra bir erkek sesi “ölüm ilanıdır” diyerek başladı anonsunu yapmaya; “Mudanya eşrafından…”. Buraya taşındıkları zaman ilk duyduğunda anonsu şaşırmıştı. Herkesin birbirini tanıdığı küçük sahil kasabası olduğu günlerden kalmıştı galiba bu ilan şekli ilçeye. Şimdi de çok büyük sayılmazdı gerçi ama gün geçmiyordu ki yeni siteler kurulmasın deniz manzaralı topraklara. Yüzünü kurutma aşamasına gelmişken cep telefonuna bir mesaj geldi. İşyerinden bir arkadaşının babasının ölüm haberiydi. Sonbaharı ve sonra ilk kışı bu yüzden pek sevmezdi. Hep ölüm haberleri gelirdi. Bugün cenazesi kalkacak daha kaç kişi vardır acaba diye düşündü. Hiç tanımadığı insanların ölüm haberleri niye herkese duyuruluyordu ki. Dünya değiştirmek önemli bir meseleydi tabi. Hem niye hiç tanımadığını düşünüyordu ki belki de karşılaşmıştı yolda yürürken, kim bilir yol vermiştir ölen teyzeye karşıdan karşıya geçerken, bir kere göz göze gelmişlerdir sahilde yürürken. Yağmur durmaksızın yağarken dışarısının soğuk olduğu hissi uyandırıyordu. Kendisi ise babasını bir yaz günü kaybetmişti ve o tarihten sonra ilk yağmur yağdığında ölüler üşür mü acaba diye düşünmüştü. Bugün ölenlerin yakınları da aynı duyguya kapılmış olabilirdi.
İki hafta önce gördüğü rüyadan sonra kendisini daha huzurlu hissediyordu. Tanrı rüyasında konuşmuştu onunla, üstelik bir felaketten kurtarmıştı. Tanrı tarafından sevildiğini bilmek ne güzel bir duyguydu. Anladı isyanlarına neden olan ayrılıkların nedenini şimdi. Yaratılanı severken yaratandan ötürü, ipin ucunu kaçırmış, yaratandan çok sevmişti ya da yaratandan çok sevilmişti. Tanrının da bir tahammül sınırı vardır elbet diye geçirip içinden, bu sefer aynı hatayı yapmamaya karar verdi. Zaten sevip sevmediğine bile henüz karar veremediği kişi, hayallerini cebinde saklayan bir bencildi.
Öğleden sonra arkadaşıyla yakınlardaki bir sahil kasabasında denize sıfır konumda bulunan temiz, küçük bir balıkçıya doğru giderken küçük yaşam alanlarını daha çok sevdiğini düşündü. Yolda gördüğü yeni yapılan sitelerdi şüphesiz onu düşündüren. Allanıp pullanıp billboardlara yapıştırılan afişlerde nedense çitler hiç görünmüyordu. Ama gerçekte parmaklıklar, yüksek duvarlar, çitlerle sarılıydı her biri. İnsanlar kendilerini kafeslere kapatıyorlar, her gün kendilerine yeni kafesler üretiyorlardı. Oysa başka türlü sağlayabilirdi insanlar güvenliklerini. Başka türlü yaşanabilirdi. Eski işhanının kapıcısı Halil Abi’yi hatırladı; bir gün arabayı park etmiş inecekken yardımcı olmak için elini arabanın kapısına atan kapıcının sonuçsuz kalan hareketi söylenmesine neden olmuştu. Macır şivesiyle; “neden kendinizi kilitliyırsiz?” derken bir yandan da eliyle yakınlardaki ferforjeli bir pencereyi göstererek, “kapitalizm insanı böyle demir parmaklıklar ardına kapatiır, bir de sosyalist ülkelere demir perde diyirlerdi, asıl demir perde bu işte” diyerek 89’da terk etmek zorunda kaldığı Bulgaristan’daki yaşamına özlemini dile getirmişti. Halil Abi azla yetinmesini bilen dindar bir sosyalistti arada bir kendisini büyük adam sananlara böyle dersler verirdi.
Karanlıkla birlikte içini coşkulu bir huzur kapladı anladı ki romantizm sevgilide değildir. Yıldızlarda, yeşilde, denizde, ormanın kuytuluklarında, gökyüzünden süzülen bir martıda, yani doğadadır. Sevgili olmadan da onlar bize güzelliklerini sunmaktadır. Aslolan görünen ve görünmeyen kafeslerden kurtulmaktır.

DÖNGÜ II


Uludağ mütedeyyin bir semazendir. Sağ eliyle topladığı bereketi sol eliyle yağdırır Bursa ovasına. Döndükçe açılır etekleri ta Alaçamdan Kirazlı’ya. Uludur, çıkan bilir doruğuna. Tanrının ulu olduğunu ezan sesi olmadan fısıldar insanın kulağına.
Uludağ sisten duvağıyla muhteriz bir gelindir. Bekâretine göz dikmiştir, bir tek kendine dönen kompradorlar. Lakin onlar ‘kar’ı kâr diye okuyorlar. Ve Uludağ yılların yorgunluğuyla susarken, içinden küfrettiğini bir tek yaşlı çınarlar bilir.

Uludağ içindeki ateşi püskürememiş bir sirk nümayişçisidir. Dönse de soğutamaz içindeki yangını. Bu sebeptendir ki göz göl olmuş bağrında gözyaşları birikmiştir. Ve Uludağ dönmeye başladığından beri bizim gibi kaç kişi yamacından geçmiştir.

DÖNGÜ

Uludağ narin bir balerin, bizse eteklerine yapışmış dönüp duruyoruz. Oysa daha demin gibiydi, yanımızdan geçerken lodosa karışıp dönen tozlar şimdi döne döne düşen karın altındalar.. Şimdi yenilenen takvim yapraklarında yeni çıplak kızlar erkeklere zamanın geçtiğini unutturuyorlar. Masamın üstünde her biri bir haftaya denk gelen üç yaprağı kaldı takvimin. Bir haftada ne kadar çok yaşar insan, bir yaprağa ne kadar çok şey yazar. Yaşarken fark etmediği insanın, yazıldığında ne kadar da parlar.

Bir şeyi daha anladım yılı devirmeden; kaybedecek şeyi çok olanlar hayallerine kavuşamazlar. Koca yıl boşa geçmemiş yani. Dünya güneşin etrafında turunu tamamlarken, akrep yelkovana sırtını dayamış altmış adımdan sonra bir zahmet ilerlerken, bir şeyi öğrenmek için ne kadar yaşamamız gerektiğini bilemezken, belki de hiç öğrenemezken takvim yaprakları arasında dönüp duruyoruz işte..  

PLATONİK


İÇ KONUŞMALAR/I
“Ruhtan çok, bedeni seven o kaba âşık kötüdür.” Platon.*
Bedeni sevmek kötü değildir, ruhtan daha fazla sevmek kötüdür. Ruh ve beden arasındaki ilişki ilk çağ felsefesinden bu yana insanların sorguladıkları ve fazlasıyla zorlandıkları bir ilişki olmuştur. Bedenin öldüğü ve yok olduğuna tüm duyularıyla muvaffak olan insanoğlu görünmeyen ruhun ölümsüzlüğüyle avunmuştur. Tecrübe edilip aktarılması mümkün olmayan bu ruhun ölümsüzlüğü bilgisi nerdeyse bütün inanışlarda, felsefi düşüncelerde, dinlerde, yaşayış biçimlerinde dışsal yaşamı etkileyecek şekilde somutlaşmıştır. Binlerce yıllık mezar kazılarından çıkan, ölülerin eşyaları ise bu somutlaşmanın uç noktasıdır. Biz de bu konuyu daha fazla derinleştirmeden yine aşk meşk meselelerinden dem vuracağız lakin konuya da felsefi bir boyutla giriş yapmakta fayda gördük.
Aslında bedensiz bir aşk nasıl mümkün değilse bedeni sevmeyen âşık da mümkün değildir. Fakat bu beden aynı zamanda Platon’un dediği gibi ruhun mezarıdır. Yani “soma, sema”. Bedeni ele geçiren âşıklardan hiçbiri efsaneleşmemişken ruh seviciliğinden öteye geçememiş âşıklar birer efsane olmuşlardır. Çünkü beden ruhun mezarı olduğu gibi aşkın da mezarıdır.
Çünkü âşık, karşısındakinin bedenini de (ruhunun maddi dünyaya yansıması da diyebiliriz) kendisi yaratır. Âşık ruh, hayalinde büyüttüğü maşukunun imgelemini, gerçek dünyada, maddede bulamayınca hayal kırıklığı yaşar ve efsaneler böylelikle de artık doğmaz olur. Hele kadınlar, ruhlarının yücelttiği o dağ gibi adam, diz dize gelince birden saksılarındaki minnacık bir tepeye dönüşmez mi? Ya erkekler, onların ruhları bedeni daha çok sevmekle birlikte bedenleştiklerinde Platon’un bahsettiği “kaba ve kötü âşık” tanımının da fevkinde kötülüklere bürünmez mi?
KÖTÜLÜK
İÇ KONUŞMALAR/II
İyilik ya da kötülüğün ilk koşulu bilmektir. Sosyal olgular, ifade buldukları toplumsal anlayışın ölçütlerine, zamana, yere ve de öznel koşullara göre anlam kazanırlar. Örneğin doğu toplumlarında kadınların, erkeklerle göz göze geldiğinde kafalarını eğmeleri “namuslu kadın” anlamı vermekte fakat aynı davranış batı toplumlarında “kaba kadın” anlamına neden olabilmektedir. Bazı ayinlerde şarap içmek ibadetin bir parçası iken, bazı inanışlarda bütün kötülüklerin anası kabul edilebilmektedir. Esasen ben, iyilik, kötülük, günah yaftalamalarının özellikle ilahi anlamlandırılmada tamamen öznelleştirilmesinin daha adil olacağı kanaatindeyim. Örneğin şarap içerek kendisini tanrıya daha yakın hisseden kişi kötü bir şey yaptığını düşünmemekte ve dolayısıyla da kötü bir şey yapmamış olmaktadır. Ama şarap içmenin kötü bir şey olduğunu düşünen bir başkasının şarap içmesi bile bile kötü bir davranış sergilediği anlamına gelmektedir.
Bu yüzden insanlar kötülük yapacakları zaman, bilgi dünyalarında değişiklik yaparak işe başlarlar. Halid Ziya Uşaklıgil’in bir romanında kahramanına söylettiği gibi “önce vicdanlarını rahatlatacak bahaneler bulurlar”. Kendilerini inandırmaya çalıştıkları bu zorlama öznel bilgi bizce kişiyi kötülüğün vebalinden kurtarmaz ki zaten genellikle bir süre sonra “vicdan sızısı” olarak gerçek bilgi su yüzüne çıkar.
Bilgi ile davranış arasındaki irtibatı yaklaşık ikibinbeşyüz yıl önce sorgulayan ve bu yüzden yetmiş yaşında ölüme mahkûm edilen o gururlu filozofa bırakalım sözü; “çünkü siz erkekler, ölümden korkmak, öyle olmadığı halde insanın kendisini bilge yerine koymasından başka bir şey değildir. Çünkü bu insanın hiç bilmediği bir şeyi bildiğine inanması anlamına gelir. Çünkü hiç kimse ölümün insanlar için bir iyiliğin en büyüğü olup olmadığını bilemez, ama gene de kötülüklerin en büyüğü olduğundan kesinlikle eminmişler gibi insanlar ondan korkuyorlar. Ve bu o çokça aşağılanan cehaletten başka nedir ki: yani bilmediği şeyi bildiğini sanmak. ……… zor olan ölümden kaçmak değildir: bundan çok daha zor olanı kötülükten kaçınabilmektir, çünkü o ölümden çok daha hızlı koşar. Ve şimdi yavaşlamış ve yaşlanmışken, daha yavaş olan tehlike bana yetişti; (benden) daha güçlü ve çevik olan davacılarıma ise hızlı olanı, kötülük yetişti.” Sokrates bu ünlü savunmasındaki çıkarımlarının binlerce yıl sonra hiç değer vermediği “para kazanmak” için pazarlama ya da yönetim eğitimlerinde kullanılacağını bilse hiç bu sözleri sarf eder miydi?

MAZİYE AVDET

(İyi Bayramlar...)
İnsanın hayat tarzı da bazen yenilikler ister ki bu yenilik bazen geçmişe dönüş şeklinde de olabilir. Geçmişten kastımız çok çeşitlidir; bunun içinde geleneksel değerler, yaşanmışlıklar, eski usul işler, bazen kullanılan dil olabilir. Bir evvelki yazımızda maziye avdet edip eski lisanı kullanmıştık ve bu zevke nail olup şimdilik bir kenara terk ettik.
Evde geçirdiğimiz kısacık vakitlerde örneğin kitap okumak, yazı yazmak, gitar çalmak gibi entel dantel işler dururken yemek, temizlik gibi işlere el atmak sıradan bir kadın sıfatı kazanacağız kaygısıyla biraz ayıp kaçardı kendimize. Fakat bu bayram dedik ya hayat tarzımız bir anda alışkanlıkların dışına çıkıverdi diye. Bayram temizliği bahanesiyle önce yaşam alanlarımızı işgal eden eşyalar battı gözümüze. Modası geçmiş süs eşyaları, şekli bozulmuş yapma çiçekler, ayakkabılar, daha neler neler.. Eski nişanlıdan kalma ve bizzat kendisinin yapmış olduğu, hasır sepetlere, kayıkların içine binbir özenle yerleştirilmiş kuru çiçeklerden başlandı işe. O buğday başaklarının üzerine oturtulmuş ve bir yuva hayalini anlatan küçük kuş yuvaları yerlerinden sökülüp çöp poşetini boylarken anlamını yitirmiş her eşyanın hayatımızda fazla yer işgal etmeden atılması gerektiğini anladık. Yoksa on yıllarca biriken bu eşyalar kıyıda biriken yüzlerce deniz kabuğu gibi değersizleşmektedir.
Sonra baktık ki evde baklava açılacak hamur hazırlanmış yoğrulmuş yardıma ihtiyaç var. Annemizi duygulandıran bir girişkenlikle merdaneyi elimize almamızla birlikte ortaya çıkan şaşkınlığımızı da hamurla birlikte ezdik merdanenin altında. Ne meşakkatli bir iş olduğunu anladığımızdan “elinin hamuruyla erkek işine karışma” lafı da bu deneyimle birlikte bizde hükmünü yitirmiş bulunmaktadır. Barfiks çekmekle eşdeğer kol kuvveti gerektirdiği konusunda kuşkunuz bulunmasın diyor, bu lafın ortaya çıkma nedeninin her iki işin tek bir kişinin hayatında bir araya gelmemesi olduğunu da tespitlerimiz arasına yerleştiriyoruz. Bilgisayarın başına oturup yazmaya başladığımızda cümleler nasıl peşpeşe sıralanıp ortaya bir yazı çıkıyorsa, merdaneyi yuvarlamaya başlamamızla birlikte mayışan hamurdan büyüyen yuvarlak yufkalar arasına serpiştirilen cevizlerle bir tepsiyi doldurduğumuzda bu konuda da yeteneğimizi keşfedip rahatlıyoruz. Hamur merdanemizin altında vermek istediğimiz şekle uyarken neler geçiyor hayallerimizde bilseniz.. Yemek yapmayı öğrenmeme inadımızdan vazgeçip, tarhana yapmayı, erişte kesmeyi, turşu kaymayı öğrenmek, bir gün bu hengâmeden kaçıp uzak bir yerlere yerleşirsek işe taş devrinden çıkıp yerleşik hayata yeni geçmiş biri gibi başlamamak düşünceleriyle tamamlıyoruz işimizi.
Taş devri değil de “bulut devri” mi deseydik yoksa? Betonların bulutların arasına yükselmesiyle ortaya çıkan soğuk bir bulut devri.. Zira “bulutlaya kaday uzanan evley vay” söylemiyle o ürkütücü soğukluğu çocuksu sıcaklığa dönüştürmeye çalışan reklam yaratıcılığı kaç kişiyi sarmalar bilemeyiz ama ortaokul yıllarımızdan beri bildiğimiz bir şey var ki; gökyüzüne doğru her yüz metrede bir sıcaklık bir derece azalmaktadır. Coğrafya bilimine göre de soğuk olan oralarda köksüz bağsız bahçeler pek de yerleşik bir düzen sayılmaz sanırız. Daha önce bir yazımızda da bahsetmiştik; ne kadar yükseğe çıkarsa insan gördükleri çoğalır ama küçülür. Az ama net mi, çok ama flu mu olsun gördükleriniz sizin tercihinizdir..

YAPRAK

Bugünlerde size de oluyordur. Yolda yürürken bir yaprak kesiyordur önünüzü, ayaklarınıza kapanır gibi aniden düşüyordur yere. Biran düşünün derim ne anlatmak ister, son çırpınışı nedendir.. Anlattı bana dün gece bir sarı yaprak hikâyesini, farklı değildi bizimkinden anladım bir kez daha herkes bu doğanın misafiri.
 
Sekiz dokuz ay önce güneşle ağacın muaşakası neticesinde bir ağacın dallarından birinde tomurcuk olmuş, çatlamış, açılmış, saçılmış yaprak olmuş. Tutunduğu dalla bir kopmaz bağ var sanmış. Günler, haftalar ve sadece mevsimler geçmiş. Bir zaman ona hayat bahşeden güneş hayatını sarartmaya başlamış. Sağlam bir kökle dalına bağlıyken onunla dans eden, ıslıkla şarkı söyleten rüzgâr da şefkatini husumetle tebdil etmiş. Son günlerde niyeti koparmakmış bizim yaprağı tutunduğu daldan. Ve ben tam altından geçerken, rüzgâr bizim yaprakla son dansını ederken;
Bir sağa
                Bir sola
Bir sağa
                Bir sola
                             Savrula          savrula
Düştü ayaklarıma…
İşte dedim hayatın kısaca manası. Toprakta biter bütün canlıların muamması.
O zamana kadar ne yaşasan kâr. İçini doldurursan bir mevsim dahi uzunken, yüzyıl dahi kısadır boşlukta sallanırsan. İşte burada hayatın can alıcı noktası geldi takıldı kafama. Nedense insanlar yaşamlarını yalnız geçirmekten ihtiraz ederler de bir hayat arkadaşına malik olunca noksanlıkları paylaşıp azaltırken, mutlulukları çoğaltacaklarını zannederler. Oysa bu hülyaların hitama erdiği aile mahkemeleri duruşma salonlarında biraz vakit geçirince ne boş hayal olduğunu anlarsınız.
Boşananların kim bilir hangi coşkun duygularla başlamış olan muaşakalarının birbirinin yüzüne bakmayacak husumetine dönüşen yılları, hayatlarından bir ameliyatla kesilip atılacakmış gibi yatırılır bir pembe dosyanın arasına. En güzel kıyafetlerini giyer, en bakımlı halleriyle ve en umarsız yüz ifadesiyle otururlar karşı karşıya. İçlerinde kopan fırtınaları Allah bilir. Görüntüleri değişince insanların, harbe dönüşmüş bir muaşakada bir nebze üstünlük kazanacağını zanneder gibi bir imajla örtmeye çalışırlar azalmışlıklarını. Oysa yılan da deri değiştirir de yılanlığından bir şey yitirmez bilirsiniz.
Kadınlar önce saçlarından başlarlar değiştirmeye hayatlarını, erkekleri bilemiyorum.. Sanırım en kısa yoldan başka bir kadının kollarında ararlar teselliyi. İkinci adım ise durağan bir yaşam vesilesiyle birikmiş yağların eritilip ideal kiloya kavuşulmasıdır. Ve devamında diğer değişiklikler... Hayattaki bu hareketlilik bir başlarken muaşakaya husule gelir bir de hitama ererken. Ahkâm kesmiş gibi olmayalım ama bitmesi de bu yüzdendir o coşkun duyguların. Başladıktan sonra yenilikler, keşifler, değişiklikler hiç bitirilmemelidir. Zira muaşakayı canlı kılan sandığımız gibi bir mucize değil, her daim bilumum değişik karışımlarla beslenmesidir. Boşanma davasının duruşmasına gelirken giyilenler aslında önceden sergilenmelidir. Nüfus kâğıdının medeni hali hanesi değiştikten sonra gidilen kurslar bu kadar geciktirilmemelidir. O yetenekler, o yaratıcılıklar, o çabalar maşukundan esirgenmemelidir. Bilesiniz süslenip püslenip boşanma oturumuna gelmek dalından kopmuş sarı bir yaprağın rüzgârla son dansı gibi sadece acıma hissiyatı husule getirmektedir.
(Babıâli yokuşunda, bir zamanlar çıkan ceridelerin tozlarını nüfuz ederek muhakemat müdürlüğüne gidip gelen ve önceden yazdığı boşanma yazılarıyla bana ilham veren kadim dostum Tugay Kurnaz’a. )

DEVLET BİZE MEKTUP YAZSA....

Efendim Paris aşkın şehriymiş, romantizmin merkeziymiş, yok daha neler.. Şu dünyada bizim milletten alâ aşık mı var? Bulunur mu bizimkisinden başka aşk sarhoşu bir diyar.. Kısmetmiş bu yıl bir hafta Paris’te kadim bir dostumda günlük hayatın, modern sanatın tozunu dumanına katarak yaşama fırsatı buldum. Her gün sabah çıkıyoruz Paris sokaklarına, akşam giriyoruz. Yabancı bir ülkede olmanın verdiği merakla bütün gün bir gözlemci gibi dolaşıyorum tabi ben. Neyse sabah çıkarken sevgili dostum posta kutusuna bakıyor mektup var, akşam dönüyoruz posta kutusunda mektup var. Sağ olsun sevgili dostum oradaki günlük yaşamı, devletin işleyişini, toplumsal anlayışı her ayrıntıda bana açıklayarak bilgilendirmeye çalışıyor. Bu mektupların da her defasında nerden geldiğini, neden geldiğini anlatıyor. Biz Türkiye’den gitmiş iki şaşkın avukat yazışmanın yoğun olduğu bir sektörde olmamıza rağmen bize bile bu kadar tebligat, mektup gelmemesinin ezikliği içerisindeyiz.
Bir gün sendikadan mektup geliyor, akşamüstü işyerinden, ertesi gün sağlık kuruluşundan, vergi dairesinden, falan filan. Ha sakın korkutmasın sizi bu yazışmalar orda vergi dairesi vergi istemiyor sosyal adaleti sağlamak için zenginden aldığı vergiyi orta tabakaya ( fakir yok çünkü) veriyor. Haklarını korumak adına ve belki de vatandaşını düşündüğünü, ihmal etmediğini göstermek için sürekli yazışıyor. Devlet vatandaşına âşık anlayacağınız. Bugünlerde haber bültenleri Fransa’daki emeklilik yasası ile ilgili tepkileri veriyor.  Tarihin en kalabalık eylemleri bütün Fransaya yayılmış. Diğer sektörlerde olduğu gibi posta hizmetlerinde de grev varmış. Bizde postaneler greve gitse kimsenin ruhu duymaz, mektup devri çoktan bitmiş. Devletten gelecek para cezası, vergi cezası, sigorta cezası, faturalar gibi yazışma ve tebligatların da durması pek mutlu kılar sanırım milletimizi. Bizim devletimiz “taşfırın” biraz da maço, sevgisini gösterse maazallah şımarırız ya göstermiyor. Ne olur ne olmaz bizim millete yüz vermeye gelmez. Milletimiz de; “devletim beni döver de sever de” mantıklı, bilinçli olarak cahil bırakılmış bir kadın. Bu yüzden birçok sosyal hakkımızın elimizden alındığı ve de mezarda emeklilik denilen sisteme geçildiği bir dönemde kimse gıkını çıkartmadı. Devlete karşı gelmek hoş karşılanmaz bizde, üstelik devlet ırzımıza da geçse. Ama diyelim ki "devletin içinde devlet" etnik veya dinsel temelli bir provokasyon yapsa saniyede toplanır mahallelimiz. Neyse canım abartmayalım belki o zaman da gündemde türban vardı. Anlayacağınız bu haliyle bile biz devletimizi çok severiz. Bir de Fransa’daki gibi her gün devletimiz bize mektup yazsa …..  hiç tereddüt etmeyiz.

MUTSUZ MUSUN?

( Utanılacak karelerden mutluluk dersi çıkaran kardeşlerime..)

Mutsuz musun? O halde oku, oku ki daha fazla mutsuz ol, mutsuz ol ki anla, anla ki mutluluğu mutsuzlukla kovalama.. Birkaç yıldır bir mail dolaşıyor sanal dünyada, benim de mail kutuma birkaç kez uğramıştır ki ilk tecrübemden sonra her defasında ilk karenin ardından kapatmak zorunda kalmışımdır çaresizliğimden. Anlayamamışımdır insanlar neden başkalarının mutsuzluklarını görünce mutlu olmaları gerektiğini anlarlar. Mutluluğun ölçütü başkalarının mutsuzluğu mu olmalıdır. Anlamadım kardeşlerim, utanılacak o fotoğraflara bakıp mutlu olmanız gerektiği sonucunu nasıl çıkarıyorsunuz?
Her karede kemik ve deriden ibaret Afrikalı kardeşlerim, gözlerinin çapağından sineklerin medet umduğu. Çırılçıplak, aç, susuz, yoksul. Mutsuz musun? Canın mı sıkılıyor? Okula gitmek istemiyor musun? gibi sorulara Afrikalı kardeşlerimin fotoğraflarıyla yanıt veren o mail utandırıyor beni. Sizi utandırmıyor mu kardeşlerim. Önce beyazların balık istifi gemilerle “medeniyet”e getirip köle yaptıkları, sonra topraklarına, kaynaklarına, madenlerine, emeklerine el koydukları, kabileleri türlü oyunlarla birbirilerine öldürttükleri siyah kardeşlerimin kaderi mi sandınız o görüntüleri? Sizin hiç suçunuz yok mu? Susmak da ortak olmaktı hani.. Yapmayın kardeşlerim sorgulamayı öğrenin şükretmeyi değil. Onlar bu kadar mutsuzken mutlu olabiliyorsanız size kardeşim diyemeyeceğim. Bir daha göndermeyin bana o maillerden kardeşlerim, utanıyorum, bakamıyorum, çaresizliğime yanıyorum..
“Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım…”
Nazım Hikmet, Moskova

VASİYET

Cesedimi yıka gerektiği gibi!
Beni göğsüne bastır ve göğsünde tutarak
beni toprağa göm.”

                                     Hitit Kralı Hattuşili ( M.Ö. 17.yy )
 
Kral Hattuşili böyle vasiyet ediyor torununa soyluların önünde. Göğsüne bastır diyor hiç tereddüt etmeden ve özenle vurgulayarak. Söylemese belki amadelerden biri kollarını vücudundan öteye uzatacak, kollarının üstünde taşıyacak kralın bedenini. Hattuşili, göğsüne bastır beni diyor. Öyle uzak, soğuk tutma bedenimi demek istiyor. Omzuna atma, kolunda taşıma, bir tahta üstünde unutma… Kalbinin olduğu yere bastır. İnsan en çok göğsüne bastırdığında hisseder sevdiğini, en çok kalbinin üstündeyken ruhuna yaklaşır. Al bir insanı karnına bastır, sırtında taşı mesela, aynı şey mi?
Bu acıklı vasiyetten anlıyoruz ki kralların da sevgiye ihtiyacı var. Öldüğünde toprağa emanet edilmeden hayatında çatışmadığı tek kişiden sevgi dileniyor. Hayattayken isteyemediği şeyi vasiyet ediyor. Nasıl diyebilir ki yaşayan bir kral ‘beni göğsüne bastır’ diye. Demek ki ölüm her şeyi kolaylaştırıyor..

YANITSIZ

“Kargaşa içerisinde bıçaklandığımı anlamadım, sonradan karnımda ıslaklık hissedince yaralandığımı fark ettim.” Duruşma salonlarında biz avukatların çok duyduğu bir ifadedir bu. Kargaşada, hayatın telaşesinde anlayamaz insan yaralandığını hemen. Biraz zaman geçtikten sonra anlarsınız hayatınızın orta yerine hançer saplandığını ve hayatınızın kan kaybettiğini. İlk şok da diyebiliriz belki. Ölümü sonradan anlamak gibi. En yakınlarınızdan birisi de öldüğünde anlamazsınız hemen ölümün ne demek olduğunu, biraz zaman ister idrak etmek. Bu yüzden hayatınızdan eksilen kanın sıcaklığını ve ıslaklığını anlamak için biraz soğumak gerekir. Veya yaşamınızdan yok olan birisinin mezarına bir zaman uğramanız, toprağına dokunmanız, taşını okumanız gerektir. Bu yüzdendir herhalde bilginlerin felsefesinde hayatı aceleye getirmemek.     
Bütün bunların olması için bir kışkırtmanızın olmasına da gerek yoktur üstelik. Haksız tahrik indiriminden yararlanma olanakları yoktur lakin, tanrı tarafından cezalandırılacakları konusu da şüphelidir. Ey insanoğlu! Tanrıya karşı da insanların haklarını savunacak insan hakları savunucularına ihtiyaç var. İnsanlar artık istemedikleri hayatları yaşamaya zorlanmamalıdırlar. Ve Cemal Süreyya’nın hitabıyla ‘Sayın Tanrı’! eğer ölümden sonra bir yaşam daha varsa muaf tutulma hakkı olmalı. İkinci bir yaşama katlanamayacaklar buna mecbur kılınmamalı. Mesela ben, ikinci bir yaşama hem de sonsuza kadar sürecekse katlanabileceğimi sanmıyorum. Zaten bu önerim için dünyada mutlu olan insan sayısının azlığı bir gösterge olarak ele alınabilir. Ben daha otuziki senelik nefes alışlarımda başkasının hayatına özenmeyen bir insana pek rastlamadım mesela. Evli bekara özenir, bekar evliye, köylü kentliye özenir, kentli köylüye, karşı cinsler birbirine, herkes diğerinin mesleğine, sürüp gider bu böylece.
Bütün bunları düşünürken radyodan ajanslar haber geçiyor; mevsimsel depresyonun yoğun olduğu bir dönemdeymişiz. Onyedi- yirmibeş yaş arası ve de kadınlarda yaygın olan depresyonun belirtileri, huzursuzluk, kendini değersiz hissetme hatta ölme isteğiymiş. Şimdi ölme isteği taşıyan bu insanlara yeni bir hayat vaat etmek anlamsız değil midir sizce de? Her neyse bu arada genç kuşağın ve kadınların vay haline. Şu bilim adamlarının da hayranım tespitlerine. Bütün olumsuzlukların nedenini hormonlara yükleyip çıkıveriyorlar işin içinden. Bizi hayvanlardan ayıran akıl, düşünme yetisi gibi özelliklerimizin hiçbir etkisi yok sanki yaşadıklarımızda. Yani biri durup dururken gelip hançerini saplamışsa hayatınıza ve siz üzgünseniz, anlamsızsanız bunun nedeni hormonlarınız. Yani ayın belirli dönemlerinde hormonları yüzünden tahammül eşiği düşen kadınların tahammüllerini zorlayanların bilimsel olarak bir suçu yok öyle mi?
Hayatın dolambaçlı yollarında ayrı mecralarda akarken zaman zaman kesiştiğiniz dostlarınız artık tek düze bir yol seçmişlerse ve aranızdaki küçük bir açı bile zaman uzadıkça aranızda büyük mesafelerin açılmasına neden olmuşsa üzülmeyin bunun nedeni hormonlarınız.
Büyük oranda katıldığım bir görüşe göre aslında insanlar insanlığını bilse psikologlara gerek kalmayacaktır. Modern çağın getirdiği yabancılaşmayla birlikte arkadaşlık, dostluk kavramlarının anlamını yitirmesiyle para karşılığı dertlerinizi dinleyen psikologlara gitmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü bir yaştan sonra gerçekten dost edinmekte zorlanıyorsunuz. Nasıl zorlanmayasınız ki; o zamana kadar ölü ya da diri kaybettiğiniz arkadaşlarınız, dostlarınız, sevgilileriniz birer tümülüs oluşturuyor kalbinizde. Ve artık bu engebeli kalplerde yeni yerler açmak gittikçe zorlaşmaktadır. Bu arada bir haber daha; yerçekimi azaldıkça zaman daha yavaş akıyormuş. Neyse şükür ki henüz zamanı durduracak bir formül bulunmadığına göre mevsim de dönecektir. Mevsimle birlikte depresyon da çekip gidecektir. Ve dostlarımız tek düze akıştan sıkılıp dolambaçlı mecralarda yollarımızı kesiştirecektir.

DİLENCİYE PARA VEREMEYEN

Uzun zamandır gitmemiş olduğu kapalı çarşıya doğru hızla yürürken alt geçidin merdivenlerinde yine bir dilenci gördü. Merdivenlere oturmuş, pantolonunun bir paçasını dizinin altına kadar kıvırmış, ayağının boğum boğum deforme olmuş şeklini sergiliyordu. Kahretsin yine aynı çelişkili duyguların saldırısına uğramıştı işte. Bir dilenci gördüğünde aklında saniyeler içinde zıt düşüncelerin savaşımını yaşıyordu. Bir yanı ‘dur ve cüzdanından biraz para çıkarıp ver’ derken diğer yanı ‘hayır duramam artık kaç adım geçtim bir daha geri dönemem ‘ gibisinden laflar ediyordu. İçinden bir ses dur derken, ayakları yürümeye devam ederken, sonra diğer ses artık çok geç dönmek ayıp olur derken çoğunlukla bu savaştan kaçan ayakları galip geliyordu. Bunun nedenini de her defasında sorguluyordu. Henüz dilenciye para verememesinin gerçek nedenini bulabilmiş değildi ama bir gün elbet bulacaktı.  İç sorgulamalarında epey mesafe kaydetmişti zira yıllar içinde. Örneğin karşılaştığı dilenciye para vermenin dilenciyi küçük düşürücü bir davranış olduğunu bilinçaltında hissettiği olmuştu. Çünkü küçüklüğünden beri birisinin bir başkasına karşılıksız para vermesini küçük düşürücü bir davranış olarak görmüş ve bu yanlış anlayışla yetişmesinin zararlarını da taşımamış değildi. Küçükken ziyaretlerine gelen akrabalarının kendisine verdiği harçlıkları asla almazdı hatta kendisine hakaret kabul ederdi. Daha küçüklükten ağır bir yük olarak taşıdığı bu gururu ancak üniversite yıllarında gereksizliğini anlayarak törpülemeye başlamıştı. Sebep bu olamazdı herhalde.
Dilenciye para verememesinin iyi bir davranış olduğunu düşünerek bazen kendisini fazlasıyla rahatlatıyordu. Bir gün yolda yürürken karşısında gördüğü belediye tarafından asılmış afiş yüreğine su serpmişti. Daha çok, küçük çocukların çalıştırılmasını veya dilenci olarak kullanılmasını engellemeye yönelik bir afişti ve küçük çocuklara para verilmesinin veya sattıkları şeylerden alınmasının onlara zarar veren bir davranış olduğu manasına gelen bir slogandı afişteki. Ama bu düşünce vicdanını epey bir zaman idare etmişti. Her dilenci gördüğünde veya küçük masum gözlerle mendil uzatanları, onların iyiliği için para vermediğini düşünüp hızlı adımlar atan ayaklarının peşinden huzurlu bir şekilde yol alırdı. Merkezi yönetime de yerel yönetimlere de çok kızıyordu o afişleri gördükçe; bu sloganlar, bu çalışma tarzı, bataklığı kurutmak yerine sinek öldürmekti. Para verseniz de vermesiniz de onlar dilenmeye devam edecekti.
Bir zaman geldiğinde şöyle düşünmeye başlamıştı; dilenciye para vermek iyilik etmek değildir. Asıl iyilik insanların dilenmeyeceği bir dünya yaratmaktır ki kendisi daha adil bir dünya için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Dünyada herkese yetecek kadar kaynak varken paylaşımdaki adaletsizliğin yarattığı uçurumun sorumlusu da kendisi değildi ya. Hatta dinlenenlerin bizzat kendileri suçluydu bu konuda. Durumlarını kader sayıp kendilerini en çok fakirleştirenleri getiriyorlardı her defasında başlarına. Yok yok kendisini her defasında böyle suçlu hissetmesinin, vicdanını sızlatmasını gereği yoktu. Refah seviyesini yükseltecek sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasına çalışmak daha büyük iyilikti bunlar için.
Bazen de kendisini suçlu hissederdi onların fakirliğinden, hele ki karşısında muhtaç bir küçük kız görmesin. Utanırdı üstünden başından, yürüyüşünden, edasından. Ama diyalektik bir sonuç olarak zıt düşünceler hücuma geçerdi ‘nerden biliyorsun bütün bunların tembelliğe alışmışlığın ittiği bir numara olmadığını?’ diye sorar kendini yine haklı çıkarırdı. Bütün bunları tekrar düşünürken ve dilenciye para verememe tutukluğunun asıl nedeni hala bulamamışken kapalı çarşıdaki tanıdığı kuyumcuya varmış olduğunu fark etti. Doğada bir şekilde var olan ve insanların az olduğu için değerli kabul ettiği bir maden parçasına karşılık yine süslü püslü, resimli filigranlı ve üzerinde renklerine göre bir değer yazılmış kağıt parçasını vererek, arkadaşına nikah hediyesi aldı. Çıktığında neden dilencilere para veremediğini anladı.

TEK KULLANIMLIK

(Babadan kızına)
Mola yerlerinde rastlıyorum bu ara, tuvaletlerde tek kullanımlık diş fırçası, macunu, tek kullanımlık bilumum malzemeler, hepsi bir madeni paraya makineler tarafından sunuluyor. Her şey güzel de be kızım hayat tek kullanımlık bir hale geldi sanki. Tek kullanımlık havlu, tek kullanımlık mendil, tek kullanımlık arkadaş, tek kullanımlık sevgili… Oysa eskiden bizim bez mendillerimiz vardı her derde deva, güneşten korurdu, terimizi silerdik, yaramızı bağlardık. Havlularımızı işlerdi kadınlarımız, bir kullanımda çöpe atılmayan havlular. Şimdi hiç bir şeyi sahiplenmiyorsunuz kızım, hiç bir şey size ait değil ya da siz hiçbir şeye ait değilsiniz. Her şeye fazlasıyla sahipsiniz ama aslında hiçbir şeye sahip değilsiniz. Kapitalizmin size dayattığı şey fabrika ile çöplük arasında aracılık hizmeti vermektir. Bak şimdi bayram da geliyor. Hiçbir heyecanınız yok lakin her giyeceğin türlü türlüsü var. Oysa bizim eşyalarımızla bağımız olurdu. Aldığımız yeni kıyafetleri sabah gözümüzü açınca görebileceğimiz bir yere koyar onunla sevgi bağı kurardık. Ah kızım her şeyiniz var ama hiçbir şeyiniz mutluluk vermiyor size. Oysa biz bir çift ayakkabının heyecanını bir sene yaşardık. Şimdi model model, rengarenk ayakkabılarınız var ama size ait değil sanki, demode diyorsunuz çoğuna, aşağılıyorsunuz daha bir mevsim bile geçmeden.. Sizin hiç bir şeyiniz yok ki kızım sahip olduklarınızla yok hiçbir bağınız. Bütün ilişkileriniz yüzeysel. Derinlikten korkuyorsunuz kızım, korkularınızdan kaçıyorsunuz..
Gözle gönül arasındaki mesafe tek kullanım uzaklığında, dedim ya madeni bir paraya her şey avucunuzun altında. Doya doya yaşamak bu değil kızım, olsa olsa doymadan eksik yaşamaktır bu. Haa öğütlerimi de yaz bir kenara, tek kullanımlık olmasın arada bir hatırla.. Bizim kırk yılda yaşadıklarımızı siz kırk günde tüketiyorsunuz a kızım anlamadan, doyamadan, hissetmeden, içselleştirmeden. Tükettikçe tükeniyorsunuz. Eşyalarınızla anılarınız yok, yok oğlu yok. Her şeyiniz var zannediyorsunuz, şekil şemal güzel, görüntü malum, olmadı estetik yaptırırsınız. Ya ruh estetisyeniniz var mı a kızım?. Ya özünüzü güzelleştirecek şeyler satabilir mi tüketim pompacıları. Kendinizi bile aramıyorsunuz a kızım, size dayatılanı siz zannediyorsunuz.
Öznesi yok duygularınızın, yüklemi yok. ‘Sevmek’ten bahsediyorsunuz mesela ama ‘seni seviyorum’ demiyorsunuz. Zaman ne özne bıraktı size ne de yüklemlenmek geliyor içinizden. Ağırlığını taşıyamıyorsunuz yüklenmenin. Bir kere kullanıp atalım istiyorsunuz her şeyi.. Diyeceksin ki belki, hayat da tek kullanımlık değil mi? Zamanı geldiğinde bir çöplüğe gitmese dahi toprak altında çürümeyecek mi?  Tek kullanımlık olup olmamak senin elinde be kızım, unutulup gitmek ya da tek kullanımda bitmeyen bir iz bırakmak..

DOYMAK

Benim de genetiğimi değiştirip tadımı bozarlarsa anlarsınız değerimi diye düşündü incir. Hem onbir ay bekliyorsunuz yemek için meyvemden hem ben size baldan tatlı meyveler sununca doyuyorsunuz hemen. Oysa eskiler böyle miydi? Şu insanlar çok nankör olmaya başladılar. Ben sizin ilk atalarınızı bilirim tek bir meyvemi bile boşa harcatmazlardı. Kollarının gücüne çok önem verirlerdi ve ben onlara bol bol sunardım bu gücü. Meyvemin sapından süt, ucundan bal damlatırdım. Muhtemeldir ki ballı sütü de benden öğrendi insanoğlu.
Elma gibi günahlara da itmedim insanoğlunu, üstelik yaprağımla Havva Ananızın mahrem yerini örterdim. Ki düşünün hepiniz Havva Ana’nın o mahrem yerine borçlusunuz hayatınızı. Yine de bilemiyorsunuz ya kadrimi… Onbir ay hazırlık yapıyorum. Meyvemin kabuğundan, içindeki çekirdeğine kadar en lezzetli halini sunmaya adıyorum kendimi, başka da şu dünyada ne işim var ki.. Geldi mi yılın en sıcak ayı terleye terleye olgunlaştırıyorum meyvelerimi. Oysa siz üç beş tane yiyince kesiliveriyorsunuz. Tatlı olmak da suç, bu kadar yoğun tadı sunmak da. Ben de mi kabahat yoksa siz mi kadir bilmezsiniz. Bitince meyvelerim onbir ay özlersiniz. Lezzet dolu çekirdeklerimi küçümseyen deyimler yaratmışsınız bir de yetmezmiş gibi. Sanki büyük olan, şatafatlı olan her şey güzelmiş de küçülünce nesneler değersizleşirmiş. İncir çekirdeğini doldurmayan şeylerde önemli ve değerli olabilir bilesiniz.
Merak ederim benden başkasına da böyle misiniz? Cömertlik değersizleştirir mi tadları, anlamları? Hadi ben her sene usanmadan sunarım size meyvelerimi de başkaları öyle mi.. Bazen hayat bir kere sunar fırsatları kıymetini bilemezseniz çeker gider. Yok yok böyle olmayanlar da var bilirim. Zeus’un oğlu vardı mesela Herakles benimle beslenirdi. Bütün düşmanlarını benimle yenerdi.  Hala var böyle kahramanlarınız. Ki ben onları görünce bakışlarından anlarım bana olan sevgilerindeki cömertliklerini. Dallarımı eğmek isterim, güneşe en yakın meyvelerimden vermek için. Ne yazık ki az kaldı insanların değer bileni…

Selam Olsun İda Dağlarına

Yoktu farkı binlerce yıl öncesinin efsanelerinden. Yazılası gerekti sadece yaşadıklarımızın, ya da “insan yiyen taş”a kazılası… Aldığımız nefesin, yürüdüğümüz toprakların yoktu farkı binlerce yıl öncesinden. Yanı başımda kahraman Herakles; yılanları boğan, canavarları öldüren. Hava aynı, güneş aynı, deniz aynı. Aristo’ya felsefe yaptıran her şey yerli yerinde.. Görürde insan bu kadar büyülü atmosferi, yaşamı sorgulamadan durabilir mi? O zamandan beri sırrını çözemediği hayat insanoğlunun, aynı kısırdöngüdeydi. Daha önce kaç milyon kişinin yaşadığı duygular, sarf ettiği sözler dönüp dolaşıp duruyordu üzerimizde. Havada asılıydı aşk, hayranlık, inanılmazlık. Koklanası gerekti sadece, derin derin içine çekilesi İda Dağlarının cömertliği.. Yanımda kahraman Herakles.. Çocuklar gibi coşmuş, özgürlüğün tadını çıkaran fırtına, ruhuma Aristo’nun sözlerini kaçırmış sanki; Sevmek acı çekmektir, sevmemek ölmek. Sevmek zevktir ama yanlız sevilmenin hiçbir zevki yoktur.” Acı çekmek ya da ölmek, yaşamın dayattığı ikilem. Ancak acılara dayanamayanlar ölebilir. Ve bütün özgürlükler ve de mutluluklar acı çekilerek elde edilebilir. Yıllarca dalgalar nasıl yontmuşsa ayağımızın altındaki taşları, nasıl alıp götürmüşse zaman sivri uçları, bizden de götürecek bazı parçaları. O halde karşı koyamadığın zamana uymalı, acı çekmeli, özgürleşmeli, eksilmeli, artmalı. O halde şimdi sevmek zamanı…  

MUDANYADALGALANMALAR

Yaş ilerleyince hayata dair keşiflerimiz azalsa da bazen kendimizi bile şaşırtacak şeyler keşfetmeye devam ediyoruz ve ölene kadar da edeceğiz. Keşiflerimiz azaldıkça monotonluğumuz artmış demektir. İşte o zaman hemen bir acil müdahale paketi hazırlayıp yürürlüğe koymakta fayda vardır. Tabi sıradan bir yaşam sürüp tahtaboşun yollarını gözlemeyi tercih etmiyorsak. Geçen gün sabah uyandığımda da hayatımın sıradanlaştığını farkettim biraz, ve ürkerek kalkıp, kahvaltı vs. gibi günlük ihtiyaçlarımı hallettikten sonra uzun süredir uzaktan gözlediğim yaşam alanlarımın içine dalmaya karar verdim. Bu kararımda baharı andıran meteorolojik durumun da etkisi olmuş olabilir. Spor kıyafetlerimi giyip sahilde yürümek için çıktığımda evimizin önündeki zeytinlikten gelen bülbül sesleri uyandırdı önce biraz beni, bir burukluk hissettim onlar adına. Kaç yıl olmuştu artık şarkılara adları girmeyeli ki buna rağmen hayata küsmemiş inadına ötmeye devam etmişlerdi. Gelişen çağdan, teknolojiden, konfordan bir kez daha nefret ettim bülbüllerin şakımasını duyunca, çünkü odamın penceresine bilmemnepen yapıldığından beri pencereyi açmadan duymaz oldum bu sesleri. Sahile çok yakın ve paralel bir şekilde yürüdüğüm halde denizi yakından görmek için biraz yol almam gerekti, çünkü aklı evveller sahil yapılması gereken bir alana bir lastik fabrikası bir de benzin deposu kurmuşlar sayın yetkililerin de izniyle tabi. Şu insanlar paradan başka bir şey düşünmezler mi? Sahile Mudanya’dan ilk giriş noktası olan ve babamın da cenaze namazının kılındığı caminin yanından dönerken yine gözüme yıllardır kapalı bulunan fakat inatla duvarındaki gotik karakterli disko yazısı bulunan mekan çarptı. Her defasında baktığımda aynı şeyi düşünürüm neden yazısını kaldırmadıklarını? Neyse önemli bir ayrıntı değil ama yarımadaya uzaktan da olsa bir göz atmakta fayda var sanırım deyip ilerlerken bir yandan denize bakıp, bir yandan derin derin nefes alıp yürürken diğer yandan da insanları süzmek alışkanlığım var. İnsan aynı yerlerden geçerken hep aynı hareketleri mi yapıyor acaba? Bir zamanların tren istasyonu olduğu önündeki tabeladan ve mimarisinden anlaşılan restaurant niyeyse istasyon nostaljisini yaşatmıyor bana. Oysa üniversite öğrencisiyken severdim trenleri, istasyonları, beklemeyi, bekletmeyi ve de karlı havalarda Anadolu Ekspresi içinde terlemeyi. Birden özlediğimi farkettim, özlemeyi özlemişim. Ne zamandır özlediğim bir şey, bir kimse olmamıştı. Her şey o kadar elimizin altında, o kadar yakın (aslında o kadar uzak, aslında o kadar sanal) ki özlemeye bile vaktimiz olmuyor, özlemeyi özledim.. Neyse iskeleye varmışım birden popülasyon arttı. Her yaştan çiftler elele tutuşmuş yürüyorlar, sahiller insanlarda elele tutuşma dürtüsü yaratıyor galiba. Ama bunlardan kaçı Pavlov’un köpeği gibi şartlanmış kaçı gerçekten sevgilinin sıcaklığını hissederek yanındaki eli tutuyor bilemezdim. Bildiğim tek şey ise bugün elele olan insanların yarın iki yabancı gibi olabileceğiydi hem de hiçbir neden yokken, birbirilerinin yüzüne bile bakmayabilecek kadar yabancı.. Hem bu yabancılaşma bir yönetim sisteminin teorisyenlerinin belirttiği cinsten değil, bir mekanikleşme anlamında hiç değil, içinde yakıcı yakınlığı hissettiğin halde dışına yansıtmama zorunluluğu hissetmekti bir tür. Yani alevler içindeyken dışardan bir buzdan heykel gibi görünmek zorunda kalarak yabancılaşma.. Üniversitedeyken bir gün ev arkadaşımın odasına girdiğimde elinde bir fotoğrafla ağlarken buldum kendisini. Fotoğrafta kısa bir süre önce ayrılmış olduğu sevgilisi bir koltuğa oturmuş, arkadaşımda ona arkasından sarılmıştı. Arkadaşım nasıl da büyük bir aşk yaşadıklarını, oysa şimdi O’nun bir başkasıyla birlikte olduğunu anlatıyordu, belki de kendisine göre öyleydi ama fotoğrafa bakan herkes ikisinin de gözlerinin parlamasından ve o ışığın flaş gibi yüzlerini aydınlatmasından anlardı ne tutkulu bir aşk yaşadıklarını. O zaman içimden “yaşanan zamanların yok sayılmasından daha acı ne olabilir” diye geçirmiştim. Yaşadığın anların sen yaşarken toprağa gömülmesi, ne yaşamın bir parçası ne de ölümün bir parçası olamaması nedeniyle duyulan o büyük boşluk nasıl doldurulabilir. İki kişilik işlenmiş zamanların bir kişi tarafından sökülüp yok sayılması diğerinde delilik şüphesi yaratmaz mı, yaşadıklarını kendisine ispatlama ihtiyacı duymaz mı? Sahi ben hiçbir sahilde elele dolaşmış mıydım diye düşünmeden edemedim tabi ve sanırım Gemlik sahili tek şahidimdir bu konuda. Ha bir de küçük elleri büyük ellerin içinde kaybolan çocuklar var. Fikrimce dünyaya bir iz bırakmak için bir şeyler üretme konusunda yeteneksiz olan insanlar yattıkları yerden hesapsızca insan üretiyorlar. Aynı zamanda ben üremenin ilahi adaletin bazen yerini bulması için gereklilik olduğuna da inanırım. Kötülük yapan insanlar bazen bunların bedelini ödeyecek nesnel koşullara sahip değildirler ve bu durumda onların parçası olan çocukları aracılığıyla bedel ödediklerini düşünürüm. Herkes yaşattığını yaşamazsa bu dünyada iyi kalmanın bir anlamı olmaz.Şair dostum Tugay bir yazısında “insanların yaşının olmadığını, esas olarak beş-altı dönemi olduğunu”  ve insanların ömürlerinin çağlara ayrılması gerektiğini söylemişti. Evet ayırsınlar insanların ömrünü çağlara, yaşların ne önemi var. İşte bu durumda ben “insanlara olan güvenimi kaybettiğim çağdayım” derdim herhalde. Bu çağ, yıllar boyunca yiyilen kazıkların birikmesi ile insanın içinde oluşan taşlaşma sonucu meydana gelip en belirgin özelliği ise henüz avlanmayı ve kazık atmayı öğrenememiş olan insanın kendini yiyerek hayatını sürdürmeye çalışmasıdır.

            Günahım, vebalim senin boynunda
            Elleri toprak görmüş anam
            Öyle temiz büyütmüşsün ki koynunda
Kötülük nedir öğretmeden
Yabana uçurmuşsun
Düşünmedin mi hiç kanadımın kırılacağını
Bir sapan taşıyla vurulacağımı
Her uzanan ele konacağımı
Güneşe aldanıp ayazda donacağımı
Elleri toprak, gözleri şafak görmüş anam
Öğütler fısıldasaydın kulağıma
           
Sanırım fazla daldım bu meseleye derken şu orta yaşlı kadınlar takılıyor hep gözüme, hani başlarına örtü bağlayan, uzun etekler ya da pantolon giyen kadınlar, hepimiz biliriz bunlar 30 yıl önce mini etek giyerlerdi ve hepsinin böyle siyah-beyaz fotoğrafları vardır. Ve hiçbiri de bu yüzden ne tacize uğramıştır, ne tecavüze, hatta utangaçtır o zaman insanlar, bütün o açıklığa rağmen tutukturlar bu yüzden hep aşkların başlangıcı yavaştır, heyecanlıdır duyduğumuza göre..  Peki ne oldu da bu kadar daraldı vücudunun görünen yüzölçümleri? Bu kadar kapanınca kadınlar neden arttı erkeklerin dürtüleri? Erkekler mi kötü oldu gün geçtikçe kadınlar mı kötü düşünmeye başladı sahi? Neyse her defasında Aristo’yu doğrulamasam olmaz sanki, insanları hayvanlardan ayıran tek şey sanki siyaset mi ki? Korsan’da tanıdık birileri var mıdır diye göz atıp geçtiğimde Deniz Feneri’nde bir çay içmeyi düşünüp, kalabalık olduğunu düşünerek vazgeçtim zira hareket eden bir kalabalıkta bulunmak durağan bir kalabalık içinde bulunmaktan iyidir benim için. Halitpaşa Mahallesi bence Mudanya’nın en güzel yeri. Denize dikey ve paralel olarak düzenli bir şekilde dizilmiş Rum evlerinin herbiri denizi görür, arka sıralarda dahi olsa denize uzaklık sadece bir kafa uzatım mesafesidir. Bu evlere bakmak insanda hiç sıkılma duygusu uyandırmaz, her baktığınızda ayrı bir güzellik görürsünüz. Aklıma hayatım boyunca muhatap olduğum tek Rum kadın geldi. Lise sondaydık, okul artık tatil olacaktı ve birkaç arkadaş Heybeliada’ya gitmiştik. Adada gezinirken bastıran yağmurla donumuza kadar ıslandığımızda (bu ne bir deyim ne bir abartıdır) iskeleye gidip vapur beklemiştik. Ben o günden beri bu kadar hırçın aynı zamanda coşkulu ve delidolu yağmur görmedim. O sırada yanımıza bir Rum kadın geldi. Şiveli konuşması ile çok ıslanmış olduğumuzu ve bu şekilde hastalanacağımızı belirterek, evinde torunlarına ait kıyafetler olduğunu bunları bize vereceğini söyledi, biz ise önce tereddüt edip daha sonra kadının ısrar etmesi üzerine takıldık peşine. Rum evlerinden birine girip merdivenden çıkarken biz teşekkürlerimizi sıralamaya başlamıştık, oysa O hiç üzerine alınmadan sağ elinin işaret parmağını gökyüzüne doğru kaldırıp işaret ederek “Bana değil O’na tesekkur edin” diyordu. İşte o zaman anlamış olmalıyım ibadetin şeklinin önemli olmadığını. Rum kadının Tanrı’nın varlığına olan inancı o kadar güçlüydü ki, kendi iyiliğini bile O’nun bir lütfu olarak görüyordu. Bu yüzden din konusunda şekilcilikten yana değilimdir. Mesela ben her sabah kalktığımda genellikle hava güzelse balkona çıkarak, değilse camdan önce sağa sonra sola bakarım bir denizi bir ormanı görürüm ve bu güzellikler içinde Tanrıyı hatırlarım, varlığı somutlaşır benim için doğanın her ayrıntısında, hayranlığım artar, bu benim için bir ibadet gibidir... Hava kararırken mevsimin kış olduğunu anladım gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı hala yüksekti ve üşümeye başlamıştım. Eve geri dönerken iskeledeki yük gemisinin yakamoz yapan ışıkları değildi beni etkileyen meydandaki şehitler anıtıydı.

            Bir yanda Şükrü Çavuş
            Diğer yanda Kürt Mehmet
            Biri İngiliz’e sıkmış ilk kurşunu
            Diğeri bir İngiliz kurşunuyla vurulmuş
            Yatar yan yana Şükrü Çavuşla Kürt Mehmet
            Başka söze ne hacet..
           
Hava da iyice soğudu... Eve gitme vaktidir. Yıldızları pencerede fazla bekletmemek gerekir..

SONBAHARDA ABANT

Abant’a doğru yola çıktığımızda “Eyvah! Hafta sonu tatilimiz mahvolacak!” Diye geçiriyordu herkes içinden yağmura yakalanınca ama kimse bu kaygısını dile getirerek şom ağızlılık etmek istemiyordu. Oysa her birimiz birer renk olup aktık doğanın en güzel tablolarının içine iki günlük gezimizde. İlk şaşkınlığımızı otelin önüne otobüsümüz yanaşırken yöresel kıyafetler içinde bizi karşılayan oyun ve çalgı ekibini görünce yaşadık. Otobüsten kahkahalarla indiğimizde hava kararmaya, renklerimiz canlanmaya başlamıştı. Otel çalışanları bize müşteri değil misafir gibi davranıyorlardı. Şömine başında oturup bağlama eşliğinde diyar diyar dolaşıp türkülerimizi söylerken közün içine atılmış patatesleri bize dağıtıp yanına da keş peyniri getiren otel görevlisi bizden daha mutluydu misafirlerini iyi ağırlamanın verdiği gururla. Sabah olup da uyandığımızda ne görelim? Yeşiller birbirileriyle yarışıyorlar, sarılar en güzel ton benimki diye bağırıyorlar otelimizin çevresinde. Erkenden yola çıkmak gerekti zira gezilecek çok yer vardı. Yolun her iki kenarında dizili ağaçlar dallarını uzatıp elele tutuşmuş ve bir köprü kurmuşlar biz de altından geçip duruyoruz. Güneşte bizi bekliyormuş gibi, önceden hazırlık yapmış sanki, sıcaklığının en iyisini sundu bize. Abant’a varmak üzereyken başı dumanlı mı desem, duvaklı mı desem, dağlar gölü olduğu gibi bizi de kucakladılar.  Göl etrafında içimize derin derin oksijen çekerek yürüyüş yaptıktan sonra acıktık tabi. Bölgede yöresel yemekler yapan otantik restaurantlardan birinde karnımızı doyurduktan sonra Sünnet Gölü’ne doğru yol aldık. Heyelan çukurundan oluşmuş olan bu gölün de tıpkı Abant gibi kurak geçen bir mevsimin azizliğine uğrayıp sularının çekilmiş olması bizi üzdü tabi. Bizi gezdiren İbrahim Amca’nın anlattığına göre bu gölün etrafındaki dağlardan birinde meydana gelen  heyelan neticesinde büyük bir toprak parçası kopmuş ve bu olay da dağın  sünnet olduğu şeklinde betimlenerek bu göle de adını vermiştir. Mudurnu’nun tarihi yapıları, beyaz badanalı, kahverengi ahşap pencereli, yamaçlarda ardı ardına sıralanmış evleri bizi zamanda yolculuğa çıkarırken, pazardan keş peyniri, tarhana gibi yörenin kendine özgü yiyeceklerinde de almayı ihmal etmedik. En önemli tarihi yapısı sanırım Türkiye’nin sayılı sütunsuz kubbesine sahip olan camilerinden biri olan Yıldırım Bayezid Camii’dir. İnsanların sıcaklığı, samimiyeti bir kez daha sorgulattı bize yaşadığımız ilişkileri, yabancılaşmayı. Herkesin ortak düşüncesi zamanın bu küçük ilçede durmuş olduğuydu. Yüzyıl önce nasıldıysa yaşam bugün de aynıydı sanki. Bütün gün gezip dolaşıp arınıp gevşedikten sonra otelimize döndük. Ertesi gün otelden ayrılırken ziyaret ettiğimiz bir akrabamızdan ayrılır gibiydik. Bu arada nerdeyse adım başı ayva ağacı bulunduğu için yol arkadaşlarıma dağıtmak üzere kucağıma topladığım ayvalarla onlara doğru giderken “göz hakkı” olayını abartmış olduğum yorumları da yapılmadı değil. Çubuk Gölü’nü de görmek boynumuzun borcuydu elbette ve o günkü gezimizi de öğlene kadar tamamlayıp Bursa’ya geri dönecektik. Tüh! Tam da tatil havasına girmeye başlamıştık, yine sıcaklığını bizden esirgemeyen güneşin de katkılarıyla. Ve yine heyelan neticesinde oluşmuş vadi içinde bir göl, gölün etrafında yel değirmenleri. Ben yel değirmenlerini sadece Don Kişot’tan biliyordum, ilk defa yakından gördüğümüz değirmenlerin içinde, dışında, balkonunda, etrafında bol bol fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik tahmin edeceğiniz gibi. Gölün etrafındaki ağaçlar gölde yansıyan güzelliklerini seyrederken biz de onları seyrettik bir süre. Ve son durağımız Göynük.. Bir vadinin yamaçlarına sıralanmış o beyaz evler yine sadeliğin, samimiyetin sıcaklığın simgesi olarak duruyorlar. Fakat asıl simgesi Göynük’ün Zafer Kulesi’dir. İlçenin her yerinden görülebilen bir tepeye 1922 yılında Cumhuriyet döneminin ilk kaymakamı Hurşit Bey tarafından Sakarya savaşı başarısından sonra inşa ettirilmiştir. Bütün ilçeyi ayaklarınızın altında görmek istiyorsanız biraz yokuş tırmanıp, nefes nefese kalmayı göze alacaksınız. Ama dert etmek gerekmiyor inerken zaten kapı önünde komşularıyla oturmuş kadınlar yorgunluk çayı içmeye davet ediyorlar. Burada da tarihi yapılar, restorasyonla ilk güzelliklerini korumaya devam ediyorlar. Dönüş vakti geldi artık. Son kez tarhana çorbası içmeden ayrıldık sanmayın. Dönüş yolculuğumuzu da başkanımız Asude Hanım’ın kelime oyunu şenlendirirken kazanmak değildi önemli olan. Kazanan tarafta olmadığım için söylemiyorum bunu! Hepimiz ömrümüzde iki günlük bir “zaman” kazandık.  Hayatta geri getirilemeyecek olan tek şey zaman.

YİTİK BİR DENİZCİYE

Sonbahardı, yerde çınar ağaçlarının kurumuş elleri vardı… Aklımda yitik bir denizcinin aşkı.. ölüler bahçesinde bir mezarın üstüne dikilmiş karanfildir sevgi. Bir çiçeğin kökleriyle sarıp sarmalamak son kalan izleri. Söyleyeceklerimiz hiç bitmedi dostlarım, kimbilir belki binlerce yıl önce bunları da söylemişti biri… Benden kaç yüzyıl önce keşfedilmişti yükseklikle küçüklük arasındaki doğru orantı.. Yani mesele yükseğe çıkıp çok şey görmekte değil aslında aşağıda daha az ama daha yakından görmektedir belki de..
Bu anlatacaklarım gerçektir ama size hikaye gibi gelebilir. Belki de siz hiç gerçeği yaşamadığınız içindir. Bundan dört yıl önce 18 yaşında olan delikanlı – ki hep 18 yaşında kalmıştır- bilemeyiz belki gözlerine, belki gülüşüne yada masumiyetine vurulmuştur gittiği memleketindeki bir genç kızın. Adı Kamer (Ay)dir, belki ay parçası gibi dediklerindendir. Küçüktür daha delikanlı üniversiteye gidecektir, gece gündüz ayırt etmeden, tıraş olmak nedir bilmeden ders çalışır. Küçük dediysek yaşı tabi, boyunu posunu kasdetmedik. Aklında denizci olmak vardır bu aslan gibi delikanlının, tam bir yılını bunun için harcamıştır. Bu arada sevdiğinin başkasıyla evleneceğini duyar, ölümle hayat arasında gider gelir, mutlaka ki kalbine ateşten oklar saplanmıştır yada acısı sayısız bıçak gibi kalbini parçalamıştır, kimbilir uykusundan kaç kere ölmek için uyanmıştır. Velhasıl denizci olmak hevesi  tek bağıdır artık hayatla ve gider kayıt olur Trabzon’da üniversiteye. Hepimiz anımsarız üniversiteye ilk gittiğimiz günü, ama o hiç hatırlayamaz çünkü ondan sonra o günü hatırlayacak hiç günü olmamıştır. Dersten çıkmıştır, sadece dersten mi hayattan da çıkacaktır bilemez, karşıya geçecektir yoldan, eyvah! Sevdiğinin adını plakasına takmış bir azrail gelir son hızla ve .. AY … plakalı araç dağ gibi başka nasıl desem bilmem ki yıkılmaz sandığın delikanlıyı yıkar yere. Aklında eminim ki sevdiğinin yüzü vardır son kere.. Yatarken yoğun bakımda direnmiş midir yaşamak için yoksa ölümü seçmiş midir o da bir bilinmezdir.  Acılarını, hayallerini, hiç yaşamadığı daha bir çok şeyi terk etmiştir 23 Eylül 2003 ( 2+0+0+3=23) te. Daha doğduğu gün bu uğursuz rakam kaderini çizmiştir aslında. 23 Şubat 1985 ( 1+9+8+5=23)te. Daha birkaç sızdığı yer vardır ki fazlasına gerek yok bu uğursuz sayıyı anmanın ama telefon numarasına kadar bulaştığı bilinir.

Demir atmak için erken değil miydi
Gidemediğin bütün limanlar seni bekler şimdi
Bütün deniz fenerleri yolunu gözler
Ve her limanda buluşamadığın sevgililer

Daha yolculuğun başındaydın
Henüz yelkenleri bile açmamıştın
Ve hiçbir martı konmamıştı güvertene
Ne bir sevgili eli değmişti eline
Ne de bazı kelimeler oturmuştu diline;
Heyamola!

Oysa hiç bakmadığın yerlerden bakacaktın Ay’a
Fırtınayla boğuşup, kudurmuş dalgalara
Bir yıldızda sen atacaktın
En ıssız yerinde denizin
Şarkı söyleyip ıslık çalacaktın
Oysa sessizlik fora….
 

Aziz Nesin'e Mektup

Vallahi Aziz Abi hergün adını anar olduk. Hele benim “büyükmüşsün abi” demediğim gün sayısı pek az. Yok yok % 60 meselesini kastetmiyorum. onu ben önceden biliyordum da yeni keşfedenler var tabi. Duruşmadan çıktım az evvel, duruşma salonu muydu? Tiyatro sahnesi mi? az önce durduğum yer bilemedim. Abartıyorsun zannediyordum abi hikayelerini okudukça, değilmiş. Yani memleket bu kadar komik idare edilirken hani sana pek iş de kalmamış yazmaktan başka. Yahu geçen sene bizim barodan arkadaşlarla sahnelemiştik “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz”ı yani bu çağda bu teknolojik altyapıda biraz nostaljik gelmişti ama değilmiş. Tamam uzatmayıp anlatıyorum.
Müvekkilim 1957 doğumlu, cinsiyeti: erkek, adı: Abidin ( diyelim mesela). Vallahi elinde nüfus cüzdanı var hem masmavi.. Terhis belgesi, okul diploması, birsürü resmi belge, tamı tamına elli yıllık bir ömür var. Tut sen nüfus müdürlüğü 50 yıl sonra nüfus kaydını düzeltiyorum diye adını Şükufe ( mesela yani), cinsiyetini kadın yap. Bir gariban adam bizimki, akıl erdiremiyor tabi bu işe komplodan şüpheleniyor. Ha buna da şükrediyor 80’li yıllarda yanlışlıkla epey bir cezaevinde yatmışlığı varmış. Neyse sunmuşum bütün belgeleri dava dosyasına ki hepsi devletin mührünü, imzasını taşıyor kapı gibi, adamı da dikmişim ilk celse mahkemenin huzuruna ki yanlışlık var deyip düzeltiversinler hemen. Olmuyor, nüfus müdürlüğüne yazılacak illa nedeni sorulacak. Demezler mi cevaplarında Abidin diye birisi yok diye. Nasıl olur? Elli yıldır vardı. Güya 1957 tarihli bir doğum kaydına dayanmışlar. Yahu yeni mi geldi aklınıza kim çıkardı bu elli yıllık belgeyi, kimin kimi doğurduğunu, ne doğduğunu bir kağıt parçası mı bilecek? Hem bu nüfus cüzdanı neyin nesi? Bir de elli yıllık.. Hem askerlik yaparken erkekti ve yaşıyordu.
Derken adli tıpa sevk edilecekmiş efendim cinsiyetinin belirlenmesi için. Gerçi askere giderken kontrol etmişlerdir ama olsun sağlama alalım işi. Yani diyorum ki hakime hani ne gerek var karşınızda duruyor işte erkek gibi erkek, bütün resmi belgeler dosyada. Ama dış görünüşü erkek sadece, diyor. Haklı, bu zamanda insanların içi dışı bir değil. Biz arkamızı dönsek hakime hanım, savcı beyle nüfus temsilcisi kontrol etseler burada olmaz mı? diyecek oluyorum, teknik bir mesele gibi görünse de sadece bir yanlışlık aslında, diyecek oluyorum, bir deli bir kuyuya, diyecek oluyorum susuyorum Aziz Abi. Çıkıyorum duruşmadan anlatmaya çalışıyorum müvekkilime; “erkekliğini ispatlaman lazım, doktora gideceksin” diyorum ve utana sıkıla soruyorum “bir sakıncası yok değil mi?”. Beni bile şüpheye düşürdü devlet yani. “Yok” diyor ve mühürletiveriyoruz kolunu. Durup dururken devlet ister mi senden cinsiyetini ispatlamanı vardır bir bildiği diyor herhalde ve suskun, gariban gidiveriyor. Devamını ben de merakla bekliyorum.. Umarım kesmeye kalkıp gerçeği nüfus kaydına uydurmaya çalışmazlar..  

İSYAN GÜNCESİ

Önceleri hafife aldım çocukluğumun çekingenliği ile çatışan isyankâr gençlik cesaretimi, oysa ki ayak sesleriydi bir ayaklanmanın. İlk umutsuzluklarımı hiçe saydım, göçmen kuşları izlercesine arkasından el salladım, hiç dönmeyeceklermiş gibi.. Ki böylece başım da dikti hem onlar gittiğinde başımın öne düştüğünü görmeyeceklerdi.
 
            Umut bir oyuncaktı zaten oynarken sevindiren, kırıldığında ağlatan, köşe bucak saklatan. Ey insanlar! Bu tanrısal seslenişe aldanmayın, elma desem de çıkmayın. Herkes saklandığı yerde kalsın, kimse kimsenin oyuncağını kırmasın.
 
            Şüphesiz ki bir gün gözbebeklerim büyüdü, karanlıktan sandım meğer aşktanmış. İkisinin aynı şey olduğunu sonradan anladım. Büyüyen gözbebeklerinin kan kokusu sarınca etrafı leş kargaları dolaşırmış oymak için gözbebeklerimizi, bir şey vardı bilmedikleri;  “aşkın gözü kördür”. Oyulan gözbebeklerinin hiç izi geçmez ki…
 
            Tanrıyla alıp veremediklerimiz çoğaldı gün geçtikçe, neymiş efendim sunduğu yetenekleri heba etmişim. Oysa ki "zeka boyumdan biraz kısıp bacak boyuma biraz ekleme yapsaydınız daha mutlu olurdum" diyorum ve isyan bayrağını çekiyorum. Önce ben, sonra duygularım yetim kalıyoruz.
 
Biliyorum komutan
Bir şair bir ordu kadar tehlikelidir.
Bu yüzden bakmadım vapurdan denize
Baksam yetim ve hırçın şiirler doğuracaktım size
 
            Her gün direndikçe ben, dozajını arttırdı acının, her şeyi bilen.
 
Ağlıyor ama gözlerim değil içim,
Küçücük bir noktayken ben evrende
Nasıl bu kadar büyük olabiliyor hislerim
Yitik zamanlar diyarında nasıl da ayaklanıyor izlerim..
 
Küçükken bir düş gördüm; iki gülen gözlü çocuktuk, güneşe doğru koşuyorduk, karanlık bastırdı koca pençeli bir yaratık kalbini söktü yoldaşımın aldı götürdü. Kalakaldım, arkama baktım… Boşuna gelinmiş yollar gördüm, gerçekle karışık düşler.. Neyse ki karanlıklarımı çalan, düşlerimi tutan yıldızlar düştü ve her şey gerçeğe dönüştü..
 
Gölgeler geçiyor üzerimden
Hele akşam ışıklarında çoğalan ruhsuz gölgeler
Kapkara ağırlıklarıyla yüreğimi ezerler
Ansızın beni çeker gölgesi az küçük şehirler..
 
Yılların ve hüznün ateşi genleştirdi bütün hücrelerimi, eridim hiçbir kaba sığmaz oldum, bir tutkuydu sadece beni toparlayacak olan, tutku ki sebebidir bütün günahların.. Bence tutku yeryüzü ve gökyüzü kanunlarında cezasızlık olmasa dahi indirim sebebi olmalı..
 
Ve yasak elmayı kopardın dalından
Sonra kendini kovdun cennetten
Kendi yaratıcın olmaya özendin
Sabah uyandığında bir böcektin Samsa gibi
Elmayı sırtına saplayacak bir baban yoktu
Yine kendin sapladın elmayı
Elma ki yuvarlaktı bir kısır döngüydü devinimdi
Döndü dolaştı yine seni vurdu...
 
“Susan bir çocuktan daha tehlikeli ne olabilir?” demiş üstad, elbette ki seven bir kadın. Ve soruyorum ben de “Susan bir insandan daha çekici ne olabilir ki? Bu sessizliğin içinde nasıl da sağır edici bir ses var beynimde, bütün kelimeler konuşmaya kışkırtırken beni, suskunluğunla ördüğün o kalın duvara çarpıyorum..
 
Issız bir adayım ben
Limanımı son terk eden ve ayrılırken daha silueti silinmeden
Başka limanlara giden geminin dalgaları çarpıyor hala kıyılarıma
Issız bir adayım,
Arada bir kuşlar uğrar uzak yerlerden göçen
Konup ağlarlar kırılmış dallarıma.
Issız bir adayım ben.
 
Bazıları günahölçer olarak yaratılıyor sanırım. Ve iyiler sunuluyor kötülere, nefsine hakim olsun diye.. İyilik ne işveli davettir kötülere. Ey insanlar! sosyal bir yasa da ben buldum “iyilik kötülüğü çeker yasası” . Yani ne kadar iyiysen, o kadar korkusuzlaşır sana kötülük eden. Ders kitaplarına konulmayacak ama olsun kârdır kaç kişiyi kurtarabilirsem. Ey iyi insan; iyilere iyi, kötülere kötü davranmayı öğren. Tabi iyi yüreğinle kötüleri tespit edebilirsen..
 
Yaa böyle işte dostlarım, dost sandıklarım, sandıkta sakladığım acılarımı paylaştıklarım, paylaştığım acıları aleyhime kullananlarım, sayenizde buz gibi kaskatı sıradağlar oluştu yüreğimde. Her birinde her gün binlerce volkanik patlamalar eritti son kalan direncimi de.. İsyan günlerindeyim..
 
Gidiyorum..
Arkamda yağmalanmış duygular bırakarak,
Kavafis'e inat başka bir deniz bularak..
Tutun bu şehrin kollarından
Ayaklarını bağlayın, ayak izlerimi saklayın
Ne o gelsin arkamdan ne de dönmek olsun lügatımda
Nasıl yaşadıysam bugüne kadar yutacağım cümleler kusmadan
Öylece çekip gidiyorum arkama bakmadan
Yenilen de ben değilim sözleriniz
Aslında siz kendi onurunuzu yendiniz
Benimkini ganimet olarak bırakıyorum ve çekip gidiyorum
Gidiyorum sesimi, yedi kat yerin altında yedi kapılı zindanlara kapatarak
Kördüğüm sorular bırakarak...