16 Şubat 2011 Çarşamba

DİLENCİYE PARA VEREMEYEN

Uzun zamandır gitmemiş olduğu kapalı çarşıya doğru hızla yürürken alt geçidin merdivenlerinde yine bir dilenci gördü. Merdivenlere oturmuş, pantolonunun bir paçasını dizinin altına kadar kıvırmış, ayağının boğum boğum deforme olmuş şeklini sergiliyordu. Kahretsin yine aynı çelişkili duyguların saldırısına uğramıştı işte. Bir dilenci gördüğünde aklında saniyeler içinde zıt düşüncelerin savaşımını yaşıyordu. Bir yanı ‘dur ve cüzdanından biraz para çıkarıp ver’ derken diğer yanı ‘hayır duramam artık kaç adım geçtim bir daha geri dönemem ‘ gibisinden laflar ediyordu. İçinden bir ses dur derken, ayakları yürümeye devam ederken, sonra diğer ses artık çok geç dönmek ayıp olur derken çoğunlukla bu savaştan kaçan ayakları galip geliyordu. Bunun nedenini de her defasında sorguluyordu. Henüz dilenciye para verememesinin gerçek nedenini bulabilmiş değildi ama bir gün elbet bulacaktı.  İç sorgulamalarında epey mesafe kaydetmişti zira yıllar içinde. Örneğin karşılaştığı dilenciye para vermenin dilenciyi küçük düşürücü bir davranış olduğunu bilinçaltında hissettiği olmuştu. Çünkü küçüklüğünden beri birisinin bir başkasına karşılıksız para vermesini küçük düşürücü bir davranış olarak görmüş ve bu yanlış anlayışla yetişmesinin zararlarını da taşımamış değildi. Küçükken ziyaretlerine gelen akrabalarının kendisine verdiği harçlıkları asla almazdı hatta kendisine hakaret kabul ederdi. Daha küçüklükten ağır bir yük olarak taşıdığı bu gururu ancak üniversite yıllarında gereksizliğini anlayarak törpülemeye başlamıştı. Sebep bu olamazdı herhalde.
Dilenciye para verememesinin iyi bir davranış olduğunu düşünerek bazen kendisini fazlasıyla rahatlatıyordu. Bir gün yolda yürürken karşısında gördüğü belediye tarafından asılmış afiş yüreğine su serpmişti. Daha çok, küçük çocukların çalıştırılmasını veya dilenci olarak kullanılmasını engellemeye yönelik bir afişti ve küçük çocuklara para verilmesinin veya sattıkları şeylerden alınmasının onlara zarar veren bir davranış olduğu manasına gelen bir slogandı afişteki. Ama bu düşünce vicdanını epey bir zaman idare etmişti. Her dilenci gördüğünde veya küçük masum gözlerle mendil uzatanları, onların iyiliği için para vermediğini düşünüp hızlı adımlar atan ayaklarının peşinden huzurlu bir şekilde yol alırdı. Merkezi yönetime de yerel yönetimlere de çok kızıyordu o afişleri gördükçe; bu sloganlar, bu çalışma tarzı, bataklığı kurutmak yerine sinek öldürmekti. Para verseniz de vermesiniz de onlar dilenmeye devam edecekti.
Bir zaman geldiğinde şöyle düşünmeye başlamıştı; dilenciye para vermek iyilik etmek değildir. Asıl iyilik insanların dilenmeyeceği bir dünya yaratmaktır ki kendisi daha adil bir dünya için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Dünyada herkese yetecek kadar kaynak varken paylaşımdaki adaletsizliğin yarattığı uçurumun sorumlusu da kendisi değildi ya. Hatta dinlenenlerin bizzat kendileri suçluydu bu konuda. Durumlarını kader sayıp kendilerini en çok fakirleştirenleri getiriyorlardı her defasında başlarına. Yok yok kendisini her defasında böyle suçlu hissetmesinin, vicdanını sızlatmasını gereği yoktu. Refah seviyesini yükseltecek sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasına çalışmak daha büyük iyilikti bunlar için.
Bazen de kendisini suçlu hissederdi onların fakirliğinden, hele ki karşısında muhtaç bir küçük kız görmesin. Utanırdı üstünden başından, yürüyüşünden, edasından. Ama diyalektik bir sonuç olarak zıt düşünceler hücuma geçerdi ‘nerden biliyorsun bütün bunların tembelliğe alışmışlığın ittiği bir numara olmadığını?’ diye sorar kendini yine haklı çıkarırdı. Bütün bunları tekrar düşünürken ve dilenciye para verememe tutukluğunun asıl nedeni hala bulamamışken kapalı çarşıdaki tanıdığı kuyumcuya varmış olduğunu fark etti. Doğada bir şekilde var olan ve insanların az olduğu için değerli kabul ettiği bir maden parçasına karşılık yine süslü püslü, resimli filigranlı ve üzerinde renklerine göre bir değer yazılmış kağıt parçasını vererek, arkadaşına nikah hediyesi aldı. Çıktığında neden dilencilere para veremediğini anladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder