16 Şubat 2011 Çarşamba

MUDANYADALGALANMALAR

Yaş ilerleyince hayata dair keşiflerimiz azalsa da bazen kendimizi bile şaşırtacak şeyler keşfetmeye devam ediyoruz ve ölene kadar da edeceğiz. Keşiflerimiz azaldıkça monotonluğumuz artmış demektir. İşte o zaman hemen bir acil müdahale paketi hazırlayıp yürürlüğe koymakta fayda vardır. Tabi sıradan bir yaşam sürüp tahtaboşun yollarını gözlemeyi tercih etmiyorsak. Geçen gün sabah uyandığımda da hayatımın sıradanlaştığını farkettim biraz, ve ürkerek kalkıp, kahvaltı vs. gibi günlük ihtiyaçlarımı hallettikten sonra uzun süredir uzaktan gözlediğim yaşam alanlarımın içine dalmaya karar verdim. Bu kararımda baharı andıran meteorolojik durumun da etkisi olmuş olabilir. Spor kıyafetlerimi giyip sahilde yürümek için çıktığımda evimizin önündeki zeytinlikten gelen bülbül sesleri uyandırdı önce biraz beni, bir burukluk hissettim onlar adına. Kaç yıl olmuştu artık şarkılara adları girmeyeli ki buna rağmen hayata küsmemiş inadına ötmeye devam etmişlerdi. Gelişen çağdan, teknolojiden, konfordan bir kez daha nefret ettim bülbüllerin şakımasını duyunca, çünkü odamın penceresine bilmemnepen yapıldığından beri pencereyi açmadan duymaz oldum bu sesleri. Sahile çok yakın ve paralel bir şekilde yürüdüğüm halde denizi yakından görmek için biraz yol almam gerekti, çünkü aklı evveller sahil yapılması gereken bir alana bir lastik fabrikası bir de benzin deposu kurmuşlar sayın yetkililerin de izniyle tabi. Şu insanlar paradan başka bir şey düşünmezler mi? Sahile Mudanya’dan ilk giriş noktası olan ve babamın da cenaze namazının kılındığı caminin yanından dönerken yine gözüme yıllardır kapalı bulunan fakat inatla duvarındaki gotik karakterli disko yazısı bulunan mekan çarptı. Her defasında baktığımda aynı şeyi düşünürüm neden yazısını kaldırmadıklarını? Neyse önemli bir ayrıntı değil ama yarımadaya uzaktan da olsa bir göz atmakta fayda var sanırım deyip ilerlerken bir yandan denize bakıp, bir yandan derin derin nefes alıp yürürken diğer yandan da insanları süzmek alışkanlığım var. İnsan aynı yerlerden geçerken hep aynı hareketleri mi yapıyor acaba? Bir zamanların tren istasyonu olduğu önündeki tabeladan ve mimarisinden anlaşılan restaurant niyeyse istasyon nostaljisini yaşatmıyor bana. Oysa üniversite öğrencisiyken severdim trenleri, istasyonları, beklemeyi, bekletmeyi ve de karlı havalarda Anadolu Ekspresi içinde terlemeyi. Birden özlediğimi farkettim, özlemeyi özlemişim. Ne zamandır özlediğim bir şey, bir kimse olmamıştı. Her şey o kadar elimizin altında, o kadar yakın (aslında o kadar uzak, aslında o kadar sanal) ki özlemeye bile vaktimiz olmuyor, özlemeyi özledim.. Neyse iskeleye varmışım birden popülasyon arttı. Her yaştan çiftler elele tutuşmuş yürüyorlar, sahiller insanlarda elele tutuşma dürtüsü yaratıyor galiba. Ama bunlardan kaçı Pavlov’un köpeği gibi şartlanmış kaçı gerçekten sevgilinin sıcaklığını hissederek yanındaki eli tutuyor bilemezdim. Bildiğim tek şey ise bugün elele olan insanların yarın iki yabancı gibi olabileceğiydi hem de hiçbir neden yokken, birbirilerinin yüzüne bile bakmayabilecek kadar yabancı.. Hem bu yabancılaşma bir yönetim sisteminin teorisyenlerinin belirttiği cinsten değil, bir mekanikleşme anlamında hiç değil, içinde yakıcı yakınlığı hissettiğin halde dışına yansıtmama zorunluluğu hissetmekti bir tür. Yani alevler içindeyken dışardan bir buzdan heykel gibi görünmek zorunda kalarak yabancılaşma.. Üniversitedeyken bir gün ev arkadaşımın odasına girdiğimde elinde bir fotoğrafla ağlarken buldum kendisini. Fotoğrafta kısa bir süre önce ayrılmış olduğu sevgilisi bir koltuğa oturmuş, arkadaşımda ona arkasından sarılmıştı. Arkadaşım nasıl da büyük bir aşk yaşadıklarını, oysa şimdi O’nun bir başkasıyla birlikte olduğunu anlatıyordu, belki de kendisine göre öyleydi ama fotoğrafa bakan herkes ikisinin de gözlerinin parlamasından ve o ışığın flaş gibi yüzlerini aydınlatmasından anlardı ne tutkulu bir aşk yaşadıklarını. O zaman içimden “yaşanan zamanların yok sayılmasından daha acı ne olabilir” diye geçirmiştim. Yaşadığın anların sen yaşarken toprağa gömülmesi, ne yaşamın bir parçası ne de ölümün bir parçası olamaması nedeniyle duyulan o büyük boşluk nasıl doldurulabilir. İki kişilik işlenmiş zamanların bir kişi tarafından sökülüp yok sayılması diğerinde delilik şüphesi yaratmaz mı, yaşadıklarını kendisine ispatlama ihtiyacı duymaz mı? Sahi ben hiçbir sahilde elele dolaşmış mıydım diye düşünmeden edemedim tabi ve sanırım Gemlik sahili tek şahidimdir bu konuda. Ha bir de küçük elleri büyük ellerin içinde kaybolan çocuklar var. Fikrimce dünyaya bir iz bırakmak için bir şeyler üretme konusunda yeteneksiz olan insanlar yattıkları yerden hesapsızca insan üretiyorlar. Aynı zamanda ben üremenin ilahi adaletin bazen yerini bulması için gereklilik olduğuna da inanırım. Kötülük yapan insanlar bazen bunların bedelini ödeyecek nesnel koşullara sahip değildirler ve bu durumda onların parçası olan çocukları aracılığıyla bedel ödediklerini düşünürüm. Herkes yaşattığını yaşamazsa bu dünyada iyi kalmanın bir anlamı olmaz.Şair dostum Tugay bir yazısında “insanların yaşının olmadığını, esas olarak beş-altı dönemi olduğunu”  ve insanların ömürlerinin çağlara ayrılması gerektiğini söylemişti. Evet ayırsınlar insanların ömrünü çağlara, yaşların ne önemi var. İşte bu durumda ben “insanlara olan güvenimi kaybettiğim çağdayım” derdim herhalde. Bu çağ, yıllar boyunca yiyilen kazıkların birikmesi ile insanın içinde oluşan taşlaşma sonucu meydana gelip en belirgin özelliği ise henüz avlanmayı ve kazık atmayı öğrenememiş olan insanın kendini yiyerek hayatını sürdürmeye çalışmasıdır.

            Günahım, vebalim senin boynunda
            Elleri toprak görmüş anam
            Öyle temiz büyütmüşsün ki koynunda
Kötülük nedir öğretmeden
Yabana uçurmuşsun
Düşünmedin mi hiç kanadımın kırılacağını
Bir sapan taşıyla vurulacağımı
Her uzanan ele konacağımı
Güneşe aldanıp ayazda donacağımı
Elleri toprak, gözleri şafak görmüş anam
Öğütler fısıldasaydın kulağıma
           
Sanırım fazla daldım bu meseleye derken şu orta yaşlı kadınlar takılıyor hep gözüme, hani başlarına örtü bağlayan, uzun etekler ya da pantolon giyen kadınlar, hepimiz biliriz bunlar 30 yıl önce mini etek giyerlerdi ve hepsinin böyle siyah-beyaz fotoğrafları vardır. Ve hiçbiri de bu yüzden ne tacize uğramıştır, ne tecavüze, hatta utangaçtır o zaman insanlar, bütün o açıklığa rağmen tutukturlar bu yüzden hep aşkların başlangıcı yavaştır, heyecanlıdır duyduğumuza göre..  Peki ne oldu da bu kadar daraldı vücudunun görünen yüzölçümleri? Bu kadar kapanınca kadınlar neden arttı erkeklerin dürtüleri? Erkekler mi kötü oldu gün geçtikçe kadınlar mı kötü düşünmeye başladı sahi? Neyse her defasında Aristo’yu doğrulamasam olmaz sanki, insanları hayvanlardan ayıran tek şey sanki siyaset mi ki? Korsan’da tanıdık birileri var mıdır diye göz atıp geçtiğimde Deniz Feneri’nde bir çay içmeyi düşünüp, kalabalık olduğunu düşünerek vazgeçtim zira hareket eden bir kalabalıkta bulunmak durağan bir kalabalık içinde bulunmaktan iyidir benim için. Halitpaşa Mahallesi bence Mudanya’nın en güzel yeri. Denize dikey ve paralel olarak düzenli bir şekilde dizilmiş Rum evlerinin herbiri denizi görür, arka sıralarda dahi olsa denize uzaklık sadece bir kafa uzatım mesafesidir. Bu evlere bakmak insanda hiç sıkılma duygusu uyandırmaz, her baktığınızda ayrı bir güzellik görürsünüz. Aklıma hayatım boyunca muhatap olduğum tek Rum kadın geldi. Lise sondaydık, okul artık tatil olacaktı ve birkaç arkadaş Heybeliada’ya gitmiştik. Adada gezinirken bastıran yağmurla donumuza kadar ıslandığımızda (bu ne bir deyim ne bir abartıdır) iskeleye gidip vapur beklemiştik. Ben o günden beri bu kadar hırçın aynı zamanda coşkulu ve delidolu yağmur görmedim. O sırada yanımıza bir Rum kadın geldi. Şiveli konuşması ile çok ıslanmış olduğumuzu ve bu şekilde hastalanacağımızı belirterek, evinde torunlarına ait kıyafetler olduğunu bunları bize vereceğini söyledi, biz ise önce tereddüt edip daha sonra kadının ısrar etmesi üzerine takıldık peşine. Rum evlerinden birine girip merdivenden çıkarken biz teşekkürlerimizi sıralamaya başlamıştık, oysa O hiç üzerine alınmadan sağ elinin işaret parmağını gökyüzüne doğru kaldırıp işaret ederek “Bana değil O’na tesekkur edin” diyordu. İşte o zaman anlamış olmalıyım ibadetin şeklinin önemli olmadığını. Rum kadının Tanrı’nın varlığına olan inancı o kadar güçlüydü ki, kendi iyiliğini bile O’nun bir lütfu olarak görüyordu. Bu yüzden din konusunda şekilcilikten yana değilimdir. Mesela ben her sabah kalktığımda genellikle hava güzelse balkona çıkarak, değilse camdan önce sağa sonra sola bakarım bir denizi bir ormanı görürüm ve bu güzellikler içinde Tanrıyı hatırlarım, varlığı somutlaşır benim için doğanın her ayrıntısında, hayranlığım artar, bu benim için bir ibadet gibidir... Hava kararırken mevsimin kış olduğunu anladım gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı hala yüksekti ve üşümeye başlamıştım. Eve geri dönerken iskeledeki yük gemisinin yakamoz yapan ışıkları değildi beni etkileyen meydandaki şehitler anıtıydı.

            Bir yanda Şükrü Çavuş
            Diğer yanda Kürt Mehmet
            Biri İngiliz’e sıkmış ilk kurşunu
            Diğeri bir İngiliz kurşunuyla vurulmuş
            Yatar yan yana Şükrü Çavuşla Kürt Mehmet
            Başka söze ne hacet..
           
Hava da iyice soğudu... Eve gitme vaktidir. Yıldızları pencerede fazla bekletmemek gerekir..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder