21 Aralık 2011 Çarşamba

ZIRVA


Sonbaharı en çok yanan sarı-kuru yaprakların kokusunu bilenler sever. Yanmanın kül olmanın yeniden doğmak olduğunu bilenler günü geldiğinde yeşerir. Biz ekmeğin yanmış yerlerini yiyerek büyüdük bu yüzden korku nedir bilmeyiz küçük hanımlar küçük beyler! İşte bu yüzden yakın canımızı istediğiniz kadar, savurun sarartıp benzimizi, vız gelir. Küçük dediysek dünyayı kendinizden ibaret saydığınızdandır. O büyüttüğünüz benliğiniz var ya etrafınızda döndükçe sizi kemirendir.

            Bakın bir yıl daha geçti ve bildiğim kadarıyla tarihin sayfalarına bir satır eklemişliğiniz yok. Yazdığınız zırvalar mı? Onlar da tarihi yapanlarla örtüşmüyor. Neyse bunca zamandır sizden haber bekliyordum; bir vicdan kırıntısının üzerinden geçmiş toz zerresi kadar iyilik güzellik taşıyan. Heyhat ne mümkün! Siz olmasanız felsefe bugüne kadar yaşar mıydı? Kadirşinaslık, erdem, iyilik, ahlak, vicdan, sevi nerelerdesiniz? Duyun sesimi! İnsanoğlu gittikçe sesi olmayanlara bağlanıyor. Hayal ettiklerimiz hep sessiz özneler. Bir dağ başı olsun, deniz kenarı, tarla, bahçe olsun sussun. Domates, biber, taze soğan! Hıh hayale bak..  Neylersin içinde insan olan bir hayal duymadım ben daha.. Evvel zaman masalları kadar uykumu getiriyor hayalleriniz. İçinde can yok, ses yok,  nefes yok..

            Bu kibriniz sakın burnunuzda aldıracak kıl olmamasından kaynaklanıyor olmasın. Hah haa güldürüyorsunuz beni zeka fıskiyeleri. Aynı havuzun içinde dönüp duran su damlaları gibi bir ota bile faydanız dokunmaz. Oysa birlikte büyümüştük, bana niye öğretmediniz insan eti yemeyi.. Karşılıksız olsun her şey amenna ama karşılıksızlık bari karşılıklı olsun.                   

6 Eylül 2011 Salı

EVLİLİK



Başlık pek çekici değil, kabul ediyorum. Ama bu sanırım kelimenin kendisinden kaynaklanıyor. Köken olarak “ev” sözcüğünden türetilmiş bu kelime ev sahibi olmayı çağrıştırmaktadır. Bu şekilde esprilere de konu olduğuna çoğumuz tanık olmuşuzdur. Oysa iki insanın hayatlarını birleştirmesi böyle maddiyatı çağrıştıran kökenden türetilmiş bir kelimeyle ifade edilmemeliydi. Mesela “eşlenmek” daha doğru bir ifade olabilirdi. 

Latince söyleyecek olursak her insan “sui generis”tir. Kendine özgülük herkese ayrı bir şekil verir. Evlilik de iki ayrı şeklin “puzzle” (yapboz tam olarak uymadığı için İngilizcesini kullandım) gibi birleşmesiyle yeni bir şeklin oluşmasıdır. İşte zurnanın o garip sesi (zırt) çıkardığı yer burasıdır. Bir oyun olan “puzzle”da resim ya da şekil önce bir bütün olarak yapılır daha sonra parçalara ayrılır. Yani parçaların bir araya gelmesi yeniden bütünlüğü sağlar. Oysa insanlar önce şekil alır sonra bir araya gelip bir resim oluşturmaya çalışırlar. Bu nedenle yüzde yüz birbirine uyan iki şeklin bir araya gelme olasılığını hesaplamaya Einstein beyni gerekir.
Düşünün ki her insanın sivri olduğu, yuvarlak olduğu, köşeli hale gelip sonra ovalleştiği özellikleri vardır. Fantastik filmlerdeki sahneleri anımsayın. Elde garip şekilli bir anahtar gizemli geçitlerden geçilerek bulunan bir kapı üstündeki boşluğa yerleştirilir ve o anda gizli bir kapı açılır. İşte evlilikte de mutluluğun kapısının açılmasının sırrı buradadır kanımızca. Birbirini en azından tamamlamaya yakın şekillerin bir araya gelmesidir. Fantastiktir..  

Mesela bir dikdörtgenle bir tarafı testere ağzı gibi tırtırlı iki şekli bir araya getirseniz zavallı dikdörtgenin yıpranacağı gibi aradaki boşluklardan da her türlü sızıntı yol bulur. Hiçbir insan dümdüz olamayacağına göre de bu basit şekilli örnekten yola çıkarak varın gerisini siz düşünün. Birbirinin boşluğunu, girintisini, çıkıntısını, sivriliğini tamamlayamayan şekiller ancak birbirilerini yıpratır, çizer, törpüler. Evlilik, o zaman ömürden ömür götürmenin adı olur. 

Bahsettiğimiz gibi hiçbir zaman birbirine tam oturmayacak olan bu şekiller arasındaki boşlukları da düşünmek lazım. Gerekli temizliği yapmaz, değerli güzel maddelerle o boşlukları doldurmazsanız zamanla toz, toprak, kir pasla dolu bir birleştiriciye mecbur kalırsınız. Bunlar evlilikte hayatın dayattığı mecburiyetler olarak çıkar karşımıza. Birbirinizi kandıracak renkli, göz boyayıcı oyun hamurları ya da yağmura, çamura, rüzgara yıllar içinde yenilen silikon.. 

Ya da her türlü hava koşullarına, yıllara dayanıklı değerli bir madenle doldurulmuş boşluklar.. O maddenin ne olduğunu söylememe gerek yok sanırım..

16 Şubat 2011 Çarşamba

KORKMA!


-Korkuyorum, diyor. 

Doğrusu teselli edecek bir cümle bulamıyorum. Ülkede “korkma” diyecek nesnel koşullar mevcut olmadığı gibi bireysel olarak da başını okşayıp korkusunu dindirecek cesaretimi kaybettiğimi anlıyorum. İşin kötüsü artık ben de korkuyordum, ki karanlıktan, yalnızlıktan, uçurumlardan, vahşi hayvanlardan ..vs korkmayan bir insan olarak otuzüçüncü yılıma girdiğim şu hayatımda cesaretini kaybetmenin ağırlığıyla kamburlaşmışım sanki. Evet, korkularımız birer kambur olup sırtımızda gün geçtikçe eğiyor başımızı yere. Korkum kendime dair değildi elbet, geleceğe dair, gençliğe, çocuklara, özgürlüğe ve sahip olduğumuz güzel şeylere dair. 

Üniversite yıllarımda bir gün gözaltına alınmıştım. Benimle birlikte alınan tecrübeli arkadaşlar bize bilgi veriyorlardı. Kafamızı masa köşelerine vurabilirmiş polis kafamızı korumamız gerekmiş falan da filan. Korkmadım hiç, hatta kolumu tutan polise bir kükremişim ki “bırak kolumu kendim gelirim” diye sonradan televizyondan izleyip aktaran arkadaşlardan kendimi bir efsanenin kahramanı gibi dinlemiştim. Şimdi istatistikler işkence azaldı diyor ama korkuyorum. Suçsuz insanların özgürlüklerinin ellerinden alınmasından, farklı seslerin susturulmasından daha korkunç ne olabilir ki.. Telefonla konuşmaktan, internette uzaklardaki bir arkadaşımla memleket meselesi konuşmaktan korkuyorum. Kendime dair değil korkularım diğer insanlara benzetilmekten korkuyorum. 

İnsanın düşüncesini yakın bir arkadaşıyla paylaşamaması esaret değil de nedir? Bir samimi sohbet edememesi, sürgüne göndermesi beynindeki düşünceleri dayanılmaz değil midir? Uzak bir ülkeden üniversite yıllarından dostumla yazışıyoruz. Nasıl, umut var mı diye soruyor. Kaderimizi diyorum uluslar arası sermaye şirketleri belirliyor. Biliyorum yazışmalarımızı da okuyorlar. Eskiden devletle karşılaştığımızda korkmazdık şimdi ise karşımızda devleti görünce yolumuzu çeviriyoruz diyorum. Koca ellerinde iletişimin tespiti tutanakları ya da vergi cezaları ya da ne bileyim komplolar, iftiralar sallaya sallaya karabasan gibi çökerse üstümüze diye yolumuzu çeviriyoruz diyorum. 

Tekrar dönüyorum küçük kıza korkma diyorum korkarak. İçerde, dışarıda her yerde sermayenin artı değerine katkı sunan dişlilerin arasında bir toz zerresiyiz nihayetinde. İstediğini susturur, istediğini tahta oturtur, istediğini tasfiye eder ya da başımızın tacı yapar dilediğinde. Korkma yine de kayalar toz zerrelerinden oluşur ve dişlinin arasına sıkıştı mı dişliyi durdurur olduğu yerde. 

-Korkuyorum diyor feri sönmüş gözlerle.. 

Nasıl diyebilirim ki “korkma” diye. Hergün gözlerinin önünde şiddet yaşanan bir çocuğun iflah olmaz psikolojik bozukluğu yerleşmiş içimize.. Bir tıkırtı gelse sıçrayacak gibiyiz yerimizde. 

-Korkuyorum diyor, hiçbir şey kalmayacak sanki elimizde.. 

O zaman elimiz kalır diyorum, kaybedecek şeyi kalmamış ellerden daha güçlü ne olabilir? KORKMA!

ARAF


Daha huzurlu bir yer yok bence şu mezarlıklardan. Ne bileyim herkes sessiz, herkes komplekssiz, mülayim, hareketsiz. En çok gürültü edenler kuşlar, böcekler.. O da doğal müzik niyetine gözleri kapayarak dinlenecek cinsten. Çiçekler ölülerden daha nazlı, su dökmezsen bir süre küsüveriyorlar. Ölüler bir reaksiyon göstermediğinden küsmediklerini varsayıyorum. Arada bir mezarlığa gitmek huzur bulmanın yanı sıra hayatı anlamak için de gerekli bence. İmanın şartları arasına koyulsaydı daha çok insan dindar olabilirdi aslında. Dünyanın da bir yansıması gibidir mezarlıklar. Siyah granit taşlı mezarlar zenginliğini ortaya koyarken bazı ölülerin, kimi bakımsızlıktan çökmüş kimsesizliğini haykırır. Hergün mermeri silinenler geride yoğun bir seven bıraktığını gösterirken kimileri de çiçek bahçesi gibi taze, canlı çiçeklerle bezelidir.
Bizim mezarlığın yanı başında derme çatma bir evde tek başına yaşayan yaşlı bir kadın var. Bizim mezarlık diyorum çünkü zaman geçtikçe akrabalar, tanıdıklar mekân tuttu orayı ki sanırım benim de orda kalırsa bir kaç karış toprağım olacaktır o yüzden sahipleniyorum. İşte bu bizim mezarlığa ne zaman gitsem yaşlı kadın çeşme başında ibrikleri doldurur. Sıraya mı koydu yoksa sadece sahipsiz olanlara mı bakıyor bilemem ama hergün mezarları suladığı kesin. İki ibrik almak için çeşme başında beklerken dolulardan uzatır yaşlı kadın görev edinmiş ne de olsa ibrik doldurmayı. “Al kızım Allah kabul etsin” der. “Yok ben sadece konuşmaya geldim teyze, bildiğim dört dua Temel’in ki gibi üç Kulhü bir Elham” diyecek olsam da O’nun saf, karşılıksız hizmeti susturur beni.
Babam gözlerimden öperdi, bıyıkları batardı gözlerime. Şimdi de geceleri yıldızların okları batıyor. Geleceğiz biz de bir gün, bekle diyorum hep ayrılırken. Bekleyen biz miyiz yoksa? Gidecek olan da bekler ne de olsa. Sabırsız ilkbaharın mevsimi arafta bırakması gibi kendimizi yaşarken arafta bırakmaya gerek yok. İlkbahar-kış arasında gidip gelen mevsimin kararsızlığı gibi yaşam-ölüm arasında kararsız kalmak olmaz. Yalancı bahar nasıl kandırırsa meyve ağaçlarının çiçeklerini, yalancı ölüm de çevremizdeki hayatımızı tatlandıracak güzellikleri kandırıp soldurmaktan başka işe yaramaz. Evet, ölü insanlarla dolu etrafımız yaşadığını zanneden, yalancı baharlarla sahte ışıklar saçıyorlar. Efendileri var birden fazla, bir köle gibi bağlı oldukları sanrılar, buz kesen bir yalancı bahar ısırmaktadır hayatlarını. Beklemesini bilmek lazım o halde sükunet içinde gideceği günü, ukalalık etmeden. Güneş olsa da mevsim kışsa hava soğuktur ne de olsa..

BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR


BEKLE
Birinci gün..
Daha kaç gün bekleyeceğini bilemezken ilk günün yorgunluğu çökmüştü üzerine. Sabah uyandığında bir mektup bulmuştu kapının önünde. Kafka’nın “Sevgili Milena”sına yazdığı gibi hep uzakta olmanın naifliğini taşıyordu. Gidiyorum savaşa diyordu olanca dokunaklığıyla. Bekle, geleceğim ve o zamana kadar “sevgiyle kal”.
İlk satırlarında döktüğü gözyaşlarını aceleyle silerken arkasından yetişir miyim diye çocuk acemiliğinde adımlar atarken savaşçının çoktan yol aldığını anladı. “Yaşadıklarımla savaşmaya gidiyorum, yılların biriktirdiği kötü kalıntıları söküp atmaya, arınıp damarlarımdaki kin tutan yuvarlardan, zafer kazanmaya gidiyorum.” Demişti. Ah mezar taşlarının kıymetini şimdi anladım diye iç geçirdi kadın. Sarılacak bir taşı bile olmazdı ya eski savaşçıların. İçinde titreyen bir telli çalgının teli değildi. Bizzat kendi iç sesiydi. Kanatlarını nasıl da hızlı çarpıyordu karnına yerleşmiş kelebekler. Keşke kendi canının acımasıyla yetinseydi bu bekleyişler. Daha ilk günün ağırlığı altında bu kadar ezilmişken beklemek şimdiden dipsiz bir kuyu gibiydi. Sevgiyle kal diyordu sonunda mektubun, sevgisiz kalamazdı ki zaten. Söylenmemiş cümleleri vardı daha. Ezilirken söyleyememenin pişmanlığı altında, biriktirip toparlayıp sevgiyle kalakalacaktı olduğu yerde. Hareketsiz kim bilir daha kaç gün..
Kafka, Milenasına; sen bir bıçaksın demişti, ve ben her gün içimi deşiyorum o bıçakla. İstemem böyle cümleler kurmasın bana.. Ama desin ki; sen benim can suyumsun ve ben her gün yeniden yeşertiyorum içimdeki yaşama sevincini.. Damarlarımdaki kanımsın ve ben seninle her nefesimde yeniden keşfediyorum vücudumun coğrafyasını.. 24 Ocak 2011
BEKLEM
İkinci gün…
Bir gün eline tutuşturmuş olduğu o solgun fotoğrafıyla kahramanının, uyuyakalmıştı mecalsiz. Gece ansızın uyanmıştı birkaç kez, her çıtırtıyı postacı sandığından. Geceyle gündüz birbirine karışmıştı. Bir haber bekliyordu sadece “iyiyim” diyen bir haber. Dün değil de gittiği sanki yüzyıllar önceydi. Ne kadar isterdi savaşa beraber gitmeyi, yaralarını sarmayı, su vermeyi, alnını silmeyi..
O gittiğinden beri yağmur hiç durmamıştı. Karnında kanat çırpan kelebekler gibi, durulmamıştı kanatsız yağmur damlaları. Küçükken yatağa girdiğinde dua ettiği günlere dönüp bütün saflığıyla bildiği bütün dinlerin tanrılarına yakardı. İyi olsundu da yıllarca sürecek mektuplaşmaya ve yağmurlara razıydı. Varsın bulutların gözyaşları hiç kurumasındı.
Yine gece, bu kez siyah pelerinlerini örtmüş üstlerine ağaçlar. Bari yıldızlar oklarını gözlerime batırmasalar diye düş-ündü.. 25 Ocak 2011
 
BEKLEME
Üçüncü gün…
Hâlâ bihaberdi.. Bu sabah, müjganından dökülen katrelerin kötü haber getiren bir haberci olduğu konusundaki tecrübesini hatırlayıp henüz öyle bir duruma gelmediği için şükretti. Bütün gün durmaksızın yağmur yağdı. Ama bugün akşam üstü bir sokak lambasının ışığında yağmur damlalarının kanatlandığını gördü. Bir mektup yazsam diye düşündü. Yağmurun altına bırakacaktı, kelimeleri yerinden söken damlalar buharlaşacak ve bulutlara karışıp gökyüzünden okutacaktı kendini. Adres kısmına ne yazacaktı? Bay Kahraman Herakles; Harp meydanı.. ya gitmezse, yok en iyisi beklemekti.
Biliyordu savaşçı yüreğini ortaya koyar muzaffer olurdu. Ama bir haber, sadece bir haber almayı ne kadar çok isterdi. En kötüsü de kimse bilmezdi beklediğini. Beklediğini anlasalar bile kimi bekler, neyi bekler kimse kestiremezdi. Ahh üçüncü günü de geçirse belki iyileşmeye başlayan yaralar gibi hafiflerdi beklemenin acısı.. 26 Ocak 2011
BEKLEMEK
Dördüncü gün…
Alacakaranlıkta yatağından fırladı, eline baktı. Rüyayla gerçek arasında gidip geldi saniyeler içinde. Ağaçların üzerine kurulu evlerden cennetin ortasındayken küçülüp bir avuçiçine sığar oldu kahramanı. Yani el kadardı. İncitmeden yatırarak koluna, ezerek bütün engelleri çıkan yoluna, koşuyordu ama nafile, kaygıyla uyanıp umutsuzluğa duçar oldu.
Bu zulmet, bu sessizlik her gün yavaş yavaş nefesini kesiyordu. Soluk alışları azaldıkça sanki beklediği zaman azalıyordu. Savrulan düşünceleri dönüp dolaşıp yine tanrıya bulaşıyordu. Tam da diyordu isyan bayrağım kurumaya başlamıştı toplayacaktım, nerden çıktı bu yağmur?.
“Bu kadar bilmeseydim de Eflatun’un mağarasına inansaydım, gördüklerim zahir olsaydı, gerçekler sonsuz.. ve ben o sonsuzlukta seni bekleseydim” diye iç geçirdi. Gün geçtikçe uzayan günleri kesecek bir makas istedi, tanrı vermedi.. Ah kürek cezasına razıydı da bekleme hükümlüsü olmasaydı.. 27 Ocak 2011
.........
BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR
Ondördüncü gün…
Beşinci gün bir haber geldi sonunda o meşakkatli bekleyişi sonlandıran. Savaşa giden, bir tren istasyonunda kalmıştı günlerdir. Ne geri dönebilmiş ne de yola çıkabilmişti. Uzayıp giden rayların ortasına sıkışmış, üstünden tren geçen biri gibi kıpırtısız kalakalmıştı günlerdir. Haber aldı ya kadın gerisi laf hiç sormadı ötesini.. Rahatlamanın verdiği huzurla hastalandı. Günlerce yarı ölü yarı diri yatarken mektuplarını yazamadı.
Huzur iyi değil insan için diye düşündü. “Adamcağız yıllarca çalıştı didindi, çocuklarını okuttu, evlendirdi, emekli oldu tam hayatını yaşayacakken bu kötü hastalığa tutuldu terki diyar etti” derlerdi çevresinde sık sık. Böyle vakaların yaşanmasından bir genelleme çıkardı kadın kendince “Huzurun fazlası hasta eder insanı”. Kendisi de haber alır almaz yataklara düşmüştü işte. Biraz kavga olmalı hayatta, mücadele olmalı, yenecek düşmanları, zaferleri, kazanımları, diri tutan kaygıları, beklentileri, umutları.. Hayata tutunacak kıskaçları olmalı insanın.
Dünyanın başını döndüren güneş gibi bir yıldızı olmalı insanın da başını döndüren. Bir tutkusu olmalı insanın gerektiğinde öldüren. Ki ölenler olmazsa bir ideal uğruna nasıl yaşardık biz şimdi kıymetini bilmediğimiz onurumuzla. Promete olmasaydı, Bruno yakılmasaydı, Sokrates zehirlenmeseydi ve adını bilmediğimiz nice kahraman kavga etmeseydi hala dünyanın döndüğüne bile inanmayan kölelerdik belki. Başkaları için ölenler ve kendileri için yaşayanlar dünyanın başından beri adaletsiz bir düzen gütmüşlerdi. İnsanlığın istediği bütün değerler kıymetini kanla biçerdi. Bilmem kaç insan kanı içmeden barış gelmezdi mesela herhangi bir zamanda herhangi bir yerinde dünyanın. İnsanın bedenine dokunmamak için işkence sandalyeleri yıllarca kan içti. Bu dünyanın düzeni böyleydi, birileri insan gibi yaşasın diye birileri fedakârlık etti. Tam bunları düşünürken bir ses işitti; “n’olursun uyan artık, aç gözünü, bizi sensiz bırakma”. Kadın rüya gördüğünü zannetti, uyanmaya çalıştı, açamadı gözlerini. Gözkapaklarındaki tonlarca ağırlık da neyin nesiydi. Tekrar uyuyacakken savaşçının sesini duydu “kazanacaksın, sen güçlüsün” , gözlerini nasıl olduysa açabildi ve O’nu gördü. Bulanık bir dünyaya bakarken O’nun gözleri bir yıldız gibi parladı sanki. “On gündür yoğun bakımdasın” dedi kadına. Bir tren istasyonunda bulmuşlardı kadını ellerinde güvercin tüyleri, cebinde küçük bir not kâğıdı;
“bir lodos sıcaklığında yeniden gel”
Tamamen uyandığında anladı ki aslında giden kendisiydi.. Bekleyen yine kendisi.. Ve beklemek en yorucu, en yoğun devinimli bir ruh eylemiydi.

BURSA'DA ÜÇ CİNAYET

Burnuna eski zamanlardan kalma sabun kokusu geldi. Tombul memelerini camdan sarkıtan teyzelerin duvarlara sinmiş sabun kokusu. Etrafı parmaklıklarla sarılı sitelerin olmadığı mahallelerde gezmeyi severdi. Eskilerde yaşamış ruhların esintileri çarpıyordu yüzüne. Karşılıklı ve düzenli iki katlı Rum evlerinin bulunduğu bu yaşlı sokakta, camdan cama konuşulmuşların yankıları çınlıyordu kulaklarında. Tarihin bilinen en eski cinayeti demek bu şehirde işlenmişti. 8500 yıl önce desem ne ifade eder ki. Çakmak taşından yapılmış bir okla vurulan savaşçının kemiklerini bulmuş arkeologlar, karnı da deşilmiş üstelik 85 asırdır insan aynı insan, sadece cinayet aletleri gelişmiş. Kemiklerin bulunduğu yer dolaştığı kıyıya çok da uzak değildi, acaba o devirlerde Aktopraklık’tan Mudanya’ya gelirler miydi? İnsanların o zamanlar paylaşamayacakları şeyler daha azdı. Cinayetin bir aşk cinayeti olması gerektiğine inandı. Hep duygu arkeologu olduğunu sanırdı. Bu mahalledeki evler bile büyük gelirdi o zamanki insanlara herhalde, oysa şimdi bize küçük geliyor, zaman nasıl da küçültüyordu her şeyi. İhtiyaç duyduğumuz şeyler büyüdükçe aslında küçülen beynimiz değil miydi?

Dolaştığı mahallenin konseptine uygun bir zamana dönüp Tuti’yi hatırladı. Bursa’da işlenmiş diğer bir tarihi cinayetin kurbanı.* 250 yıl önce Şehreküstü’de adı kötüye çıkmış bir kadındır Tuti. O zaman da şimdiki gibi yoksullar kötü işler yapardı. Mahalleli istemezse ordan oraya taşınır, tutunabildikleri kadar yaşarlardı. Tuti bu mahallede yaşamış mıydı acaba diye düşünürken, bir kadının bu mahalleden kovulmuş olma ihtimalini kafasından silip attı. Bir gece cesedi bulunmuş Tuti’nin birkaç mahalle ortasında. Anadolu ahkam defterlerinden anlaşıldığı kadarıyla o zamanlar faillerden çok diyetin peşine düşermiş maktul yakınları. Mutlaka diyeti sağlama almak için cesedi birkaç mahallenin orta yerine bırakılmış. Ah Tuti denize girip arınmak için bile olsa bu mahalleye gelmiş miydi? Bursa’da ikibuçuk asır önce de Aralık sonunda papatyalar açar mıydı? Tuti papatya toplayıp saçlarını sarartır mıydı? Cezasız kalmış katili bir kez olsun pişmanlık duymadı mı diye sorgularken tarihin kuyusunda emilen cevapsız sorularla boğulacakmış gibi oldu. Üstelik kendisinin işlediği cinayeti anımsadı.

Üçüncü cinayeti kendisi işlemişti Bursa’da. Hem de bir gemiyi öldürerek, en uzun gecenin sabahında. En uzun gece demişken 22 Aralık sabahı kendisi için yeni bir yılın başlangıcıydı. Günlerin uzamaya başlaması yeni bir yıl için daha anlamlıydı. O sabah limandaydı, açık denizlere sevdalı bir gemi yanaştı. Attığı demir limanın kıyısını yaralamıştı, dayanamadı can havliyle bir fırtına koparttı gemiyi parçaladı. Ve tarihin sayfalarına geçmeyecek bu cinayetin faili, arkeologlar bulmasın diye geminin parçalarını yaktı. Cinayeti sadece Tuti gördü bir de omurundaki çakmaktaşıyla savaşçı..

* "Osmanlı'da Asayiş, Suç ve Ceza" ,Tarih Vakfı Yurt Yayınları

BALIKUŞ

Kayalıklara konmak pek adeti değildi ama nedense kendisini kayalıklarda buluverdi. Etrafına bakınırken birden daha önce görmediği bir çeşit balığın da kayalıklara zıpladığını gördü. O anda daha önce hissetmediği ve tarif edemeyeceği bir duygu kapladı içini. Konuşmak istedi ama balıkdili bilmiyordu. Balığın da konuşmak ister gibi çırpındığını ama kuşdili bilmediğini anladı. Sonra birbirilerine bakarak sustular. Genel olarak hayvanların kendi aralarında susarak konuştuğu bir dil vardı. Bir balığın kayalıklara zıplaması tuhaf olduğu gibi bir kuşun kayalıklara konması da pek rastlanır davranış değildi.
-“Sen balık değilsin.” dedi düşünerek kuş.
-“Ben de bazen kuşku duyuyorum türümden ama yapabileceğim pek bir şey yok.” diye cevapladı balık içinden.
-“Balığa benzemediğin gibi suyun dışında yaşamaya çalışıyorsun.”
-“Bazen suyun içindeki oksijen yetmiyor bana, bu sana tuhaf gelebilir ama solungaçlarım diğer balıklarınki kadar iyi değil.”
-“Üstelik ağzın da biraz benim gagama benziyor.”
    İlk defa bu kadar yakından kuş gören balık, yüzgeçlerinin de kanatlara benzerliğiyle şaşkına döndü. Eğer kendisi gerçekte kuş idiyse nasıl balığa dönüşmüştü. Gece rüyalarına giren uçma hissini düşündü, sonra çevresindekilerin geçmişte yolduğu tüylerini anımsadı, iyilik yapıyorlarmış gibi arada bir çıkan tüylerini yoluyorlardı sonra da hiç tüy çıkmamaya başlamıştı.
-“Kuş olsam bile bu saatten sonra uçamam herhalde. Zaten denizin içinde beni bekleyenler var. Dostlarım mesela, her şeyi unutuyorlar ve ben onların hafızası gibiyim. Sevdiklerim, çocuklarım beni görmeden duramazlar.”
-“İnanamıyorum sana” diye susarak içinden konuştu kuş. “Kendini inkâr ederek yaşamışsın bu güne kadar. Seni inkâr edenlere ait olmuşsun. Tabiatına aykırı bir tabiatta solumaya çalışmışsın. Oysa olmadığın bir şeyi olmayı başardıysan kendin olmayı daha kolay başarabilirsin. Senin tabiatın uçarak yaşamayı gerektiriyor. Ve şimdi burada uçmaya başlamazsan, başlamazsan…” sonunu getiremedi.
-“Bütün yaşadıkların ağırlık olarak birikseydi üstünde uçamazdın sende, oysa bugüne kadar uçarak hafifletmişsin hayatı kendine.”
    Anladı ki kuş, zordu balığa dönüşmüş birisini uçurmak gökyüzünde. Tabiatından koparılmışın acısını hissetti minik yüreğinde. Bırakmak istemediği halde balığı, ona dönüşmemek için baktı gökyüzüne çırptı kanadını, bundan sonra nerede olursa olsun içinden o balıkla konuşacağını bile bile havalandı. Balık arkasından baktı, gökyüzü karardı, üstüne minik bir damla düştü, yağmur çiseliyor sandı, denize atladı..

KAFES


Sabah elini yüzünü yıkarken bütün ilçeye yayın yapan hoparlörlerden mikrofon tıkırtıları gelmeye başladı. Mikrofona üfleme sesiyle deneme yapıldıktan sonra bir erkek sesi “ölüm ilanıdır” diyerek başladı anonsunu yapmaya; “Mudanya eşrafından…”. Buraya taşındıkları zaman ilk duyduğunda anonsu şaşırmıştı. Herkesin birbirini tanıdığı küçük sahil kasabası olduğu günlerden kalmıştı galiba bu ilan şekli ilçeye. Şimdi de çok büyük sayılmazdı gerçi ama gün geçmiyordu ki yeni siteler kurulmasın deniz manzaralı topraklara. Yüzünü kurutma aşamasına gelmişken cep telefonuna bir mesaj geldi. İşyerinden bir arkadaşının babasının ölüm haberiydi. Sonbaharı ve sonra ilk kışı bu yüzden pek sevmezdi. Hep ölüm haberleri gelirdi. Bugün cenazesi kalkacak daha kaç kişi vardır acaba diye düşündü. Hiç tanımadığı insanların ölüm haberleri niye herkese duyuruluyordu ki. Dünya değiştirmek önemli bir meseleydi tabi. Hem niye hiç tanımadığını düşünüyordu ki belki de karşılaşmıştı yolda yürürken, kim bilir yol vermiştir ölen teyzeye karşıdan karşıya geçerken, bir kere göz göze gelmişlerdir sahilde yürürken. Yağmur durmaksızın yağarken dışarısının soğuk olduğu hissi uyandırıyordu. Kendisi ise babasını bir yaz günü kaybetmişti ve o tarihten sonra ilk yağmur yağdığında ölüler üşür mü acaba diye düşünmüştü. Bugün ölenlerin yakınları da aynı duyguya kapılmış olabilirdi.
İki hafta önce gördüğü rüyadan sonra kendisini daha huzurlu hissediyordu. Tanrı rüyasında konuşmuştu onunla, üstelik bir felaketten kurtarmıştı. Tanrı tarafından sevildiğini bilmek ne güzel bir duyguydu. Anladı isyanlarına neden olan ayrılıkların nedenini şimdi. Yaratılanı severken yaratandan ötürü, ipin ucunu kaçırmış, yaratandan çok sevmişti ya da yaratandan çok sevilmişti. Tanrının da bir tahammül sınırı vardır elbet diye geçirip içinden, bu sefer aynı hatayı yapmamaya karar verdi. Zaten sevip sevmediğine bile henüz karar veremediği kişi, hayallerini cebinde saklayan bir bencildi.
Öğleden sonra arkadaşıyla yakınlardaki bir sahil kasabasında denize sıfır konumda bulunan temiz, küçük bir balıkçıya doğru giderken küçük yaşam alanlarını daha çok sevdiğini düşündü. Yolda gördüğü yeni yapılan sitelerdi şüphesiz onu düşündüren. Allanıp pullanıp billboardlara yapıştırılan afişlerde nedense çitler hiç görünmüyordu. Ama gerçekte parmaklıklar, yüksek duvarlar, çitlerle sarılıydı her biri. İnsanlar kendilerini kafeslere kapatıyorlar, her gün kendilerine yeni kafesler üretiyorlardı. Oysa başka türlü sağlayabilirdi insanlar güvenliklerini. Başka türlü yaşanabilirdi. Eski işhanının kapıcısı Halil Abi’yi hatırladı; bir gün arabayı park etmiş inecekken yardımcı olmak için elini arabanın kapısına atan kapıcının sonuçsuz kalan hareketi söylenmesine neden olmuştu. Macır şivesiyle; “neden kendinizi kilitliyırsiz?” derken bir yandan da eliyle yakınlardaki ferforjeli bir pencereyi göstererek, “kapitalizm insanı böyle demir parmaklıklar ardına kapatiır, bir de sosyalist ülkelere demir perde diyirlerdi, asıl demir perde bu işte” diyerek 89’da terk etmek zorunda kaldığı Bulgaristan’daki yaşamına özlemini dile getirmişti. Halil Abi azla yetinmesini bilen dindar bir sosyalistti arada bir kendisini büyük adam sananlara böyle dersler verirdi.
Karanlıkla birlikte içini coşkulu bir huzur kapladı anladı ki romantizm sevgilide değildir. Yıldızlarda, yeşilde, denizde, ormanın kuytuluklarında, gökyüzünden süzülen bir martıda, yani doğadadır. Sevgili olmadan da onlar bize güzelliklerini sunmaktadır. Aslolan görünen ve görünmeyen kafeslerden kurtulmaktır.

DÖNGÜ II


Uludağ mütedeyyin bir semazendir. Sağ eliyle topladığı bereketi sol eliyle yağdırır Bursa ovasına. Döndükçe açılır etekleri ta Alaçamdan Kirazlı’ya. Uludur, çıkan bilir doruğuna. Tanrının ulu olduğunu ezan sesi olmadan fısıldar insanın kulağına.
Uludağ sisten duvağıyla muhteriz bir gelindir. Bekâretine göz dikmiştir, bir tek kendine dönen kompradorlar. Lakin onlar ‘kar’ı kâr diye okuyorlar. Ve Uludağ yılların yorgunluğuyla susarken, içinden küfrettiğini bir tek yaşlı çınarlar bilir.

Uludağ içindeki ateşi püskürememiş bir sirk nümayişçisidir. Dönse de soğutamaz içindeki yangını. Bu sebeptendir ki göz göl olmuş bağrında gözyaşları birikmiştir. Ve Uludağ dönmeye başladığından beri bizim gibi kaç kişi yamacından geçmiştir.

DÖNGÜ

Uludağ narin bir balerin, bizse eteklerine yapışmış dönüp duruyoruz. Oysa daha demin gibiydi, yanımızdan geçerken lodosa karışıp dönen tozlar şimdi döne döne düşen karın altındalar.. Şimdi yenilenen takvim yapraklarında yeni çıplak kızlar erkeklere zamanın geçtiğini unutturuyorlar. Masamın üstünde her biri bir haftaya denk gelen üç yaprağı kaldı takvimin. Bir haftada ne kadar çok yaşar insan, bir yaprağa ne kadar çok şey yazar. Yaşarken fark etmediği insanın, yazıldığında ne kadar da parlar.

Bir şeyi daha anladım yılı devirmeden; kaybedecek şeyi çok olanlar hayallerine kavuşamazlar. Koca yıl boşa geçmemiş yani. Dünya güneşin etrafında turunu tamamlarken, akrep yelkovana sırtını dayamış altmış adımdan sonra bir zahmet ilerlerken, bir şeyi öğrenmek için ne kadar yaşamamız gerektiğini bilemezken, belki de hiç öğrenemezken takvim yaprakları arasında dönüp duruyoruz işte..  

PLATONİK


İÇ KONUŞMALAR/I
“Ruhtan çok, bedeni seven o kaba âşık kötüdür.” Platon.*
Bedeni sevmek kötü değildir, ruhtan daha fazla sevmek kötüdür. Ruh ve beden arasındaki ilişki ilk çağ felsefesinden bu yana insanların sorguladıkları ve fazlasıyla zorlandıkları bir ilişki olmuştur. Bedenin öldüğü ve yok olduğuna tüm duyularıyla muvaffak olan insanoğlu görünmeyen ruhun ölümsüzlüğüyle avunmuştur. Tecrübe edilip aktarılması mümkün olmayan bu ruhun ölümsüzlüğü bilgisi nerdeyse bütün inanışlarda, felsefi düşüncelerde, dinlerde, yaşayış biçimlerinde dışsal yaşamı etkileyecek şekilde somutlaşmıştır. Binlerce yıllık mezar kazılarından çıkan, ölülerin eşyaları ise bu somutlaşmanın uç noktasıdır. Biz de bu konuyu daha fazla derinleştirmeden yine aşk meşk meselelerinden dem vuracağız lakin konuya da felsefi bir boyutla giriş yapmakta fayda gördük.
Aslında bedensiz bir aşk nasıl mümkün değilse bedeni sevmeyen âşık da mümkün değildir. Fakat bu beden aynı zamanda Platon’un dediği gibi ruhun mezarıdır. Yani “soma, sema”. Bedeni ele geçiren âşıklardan hiçbiri efsaneleşmemişken ruh seviciliğinden öteye geçememiş âşıklar birer efsane olmuşlardır. Çünkü beden ruhun mezarı olduğu gibi aşkın da mezarıdır.
Çünkü âşık, karşısındakinin bedenini de (ruhunun maddi dünyaya yansıması da diyebiliriz) kendisi yaratır. Âşık ruh, hayalinde büyüttüğü maşukunun imgelemini, gerçek dünyada, maddede bulamayınca hayal kırıklığı yaşar ve efsaneler böylelikle de artık doğmaz olur. Hele kadınlar, ruhlarının yücelttiği o dağ gibi adam, diz dize gelince birden saksılarındaki minnacık bir tepeye dönüşmez mi? Ya erkekler, onların ruhları bedeni daha çok sevmekle birlikte bedenleştiklerinde Platon’un bahsettiği “kaba ve kötü âşık” tanımının da fevkinde kötülüklere bürünmez mi?
KÖTÜLÜK
İÇ KONUŞMALAR/II
İyilik ya da kötülüğün ilk koşulu bilmektir. Sosyal olgular, ifade buldukları toplumsal anlayışın ölçütlerine, zamana, yere ve de öznel koşullara göre anlam kazanırlar. Örneğin doğu toplumlarında kadınların, erkeklerle göz göze geldiğinde kafalarını eğmeleri “namuslu kadın” anlamı vermekte fakat aynı davranış batı toplumlarında “kaba kadın” anlamına neden olabilmektedir. Bazı ayinlerde şarap içmek ibadetin bir parçası iken, bazı inanışlarda bütün kötülüklerin anası kabul edilebilmektedir. Esasen ben, iyilik, kötülük, günah yaftalamalarının özellikle ilahi anlamlandırılmada tamamen öznelleştirilmesinin daha adil olacağı kanaatindeyim. Örneğin şarap içerek kendisini tanrıya daha yakın hisseden kişi kötü bir şey yaptığını düşünmemekte ve dolayısıyla da kötü bir şey yapmamış olmaktadır. Ama şarap içmenin kötü bir şey olduğunu düşünen bir başkasının şarap içmesi bile bile kötü bir davranış sergilediği anlamına gelmektedir.
Bu yüzden insanlar kötülük yapacakları zaman, bilgi dünyalarında değişiklik yaparak işe başlarlar. Halid Ziya Uşaklıgil’in bir romanında kahramanına söylettiği gibi “önce vicdanlarını rahatlatacak bahaneler bulurlar”. Kendilerini inandırmaya çalıştıkları bu zorlama öznel bilgi bizce kişiyi kötülüğün vebalinden kurtarmaz ki zaten genellikle bir süre sonra “vicdan sızısı” olarak gerçek bilgi su yüzüne çıkar.
Bilgi ile davranış arasındaki irtibatı yaklaşık ikibinbeşyüz yıl önce sorgulayan ve bu yüzden yetmiş yaşında ölüme mahkûm edilen o gururlu filozofa bırakalım sözü; “çünkü siz erkekler, ölümden korkmak, öyle olmadığı halde insanın kendisini bilge yerine koymasından başka bir şey değildir. Çünkü bu insanın hiç bilmediği bir şeyi bildiğine inanması anlamına gelir. Çünkü hiç kimse ölümün insanlar için bir iyiliğin en büyüğü olup olmadığını bilemez, ama gene de kötülüklerin en büyüğü olduğundan kesinlikle eminmişler gibi insanlar ondan korkuyorlar. Ve bu o çokça aşağılanan cehaletten başka nedir ki: yani bilmediği şeyi bildiğini sanmak. ……… zor olan ölümden kaçmak değildir: bundan çok daha zor olanı kötülükten kaçınabilmektir, çünkü o ölümden çok daha hızlı koşar. Ve şimdi yavaşlamış ve yaşlanmışken, daha yavaş olan tehlike bana yetişti; (benden) daha güçlü ve çevik olan davacılarıma ise hızlı olanı, kötülük yetişti.” Sokrates bu ünlü savunmasındaki çıkarımlarının binlerce yıl sonra hiç değer vermediği “para kazanmak” için pazarlama ya da yönetim eğitimlerinde kullanılacağını bilse hiç bu sözleri sarf eder miydi?

MAZİYE AVDET

(İyi Bayramlar...)
İnsanın hayat tarzı da bazen yenilikler ister ki bu yenilik bazen geçmişe dönüş şeklinde de olabilir. Geçmişten kastımız çok çeşitlidir; bunun içinde geleneksel değerler, yaşanmışlıklar, eski usul işler, bazen kullanılan dil olabilir. Bir evvelki yazımızda maziye avdet edip eski lisanı kullanmıştık ve bu zevke nail olup şimdilik bir kenara terk ettik.
Evde geçirdiğimiz kısacık vakitlerde örneğin kitap okumak, yazı yazmak, gitar çalmak gibi entel dantel işler dururken yemek, temizlik gibi işlere el atmak sıradan bir kadın sıfatı kazanacağız kaygısıyla biraz ayıp kaçardı kendimize. Fakat bu bayram dedik ya hayat tarzımız bir anda alışkanlıkların dışına çıkıverdi diye. Bayram temizliği bahanesiyle önce yaşam alanlarımızı işgal eden eşyalar battı gözümüze. Modası geçmiş süs eşyaları, şekli bozulmuş yapma çiçekler, ayakkabılar, daha neler neler.. Eski nişanlıdan kalma ve bizzat kendisinin yapmış olduğu, hasır sepetlere, kayıkların içine binbir özenle yerleştirilmiş kuru çiçeklerden başlandı işe. O buğday başaklarının üzerine oturtulmuş ve bir yuva hayalini anlatan küçük kuş yuvaları yerlerinden sökülüp çöp poşetini boylarken anlamını yitirmiş her eşyanın hayatımızda fazla yer işgal etmeden atılması gerektiğini anladık. Yoksa on yıllarca biriken bu eşyalar kıyıda biriken yüzlerce deniz kabuğu gibi değersizleşmektedir.
Sonra baktık ki evde baklava açılacak hamur hazırlanmış yoğrulmuş yardıma ihtiyaç var. Annemizi duygulandıran bir girişkenlikle merdaneyi elimize almamızla birlikte ortaya çıkan şaşkınlığımızı da hamurla birlikte ezdik merdanenin altında. Ne meşakkatli bir iş olduğunu anladığımızdan “elinin hamuruyla erkek işine karışma” lafı da bu deneyimle birlikte bizde hükmünü yitirmiş bulunmaktadır. Barfiks çekmekle eşdeğer kol kuvveti gerektirdiği konusunda kuşkunuz bulunmasın diyor, bu lafın ortaya çıkma nedeninin her iki işin tek bir kişinin hayatında bir araya gelmemesi olduğunu da tespitlerimiz arasına yerleştiriyoruz. Bilgisayarın başına oturup yazmaya başladığımızda cümleler nasıl peşpeşe sıralanıp ortaya bir yazı çıkıyorsa, merdaneyi yuvarlamaya başlamamızla birlikte mayışan hamurdan büyüyen yuvarlak yufkalar arasına serpiştirilen cevizlerle bir tepsiyi doldurduğumuzda bu konuda da yeteneğimizi keşfedip rahatlıyoruz. Hamur merdanemizin altında vermek istediğimiz şekle uyarken neler geçiyor hayallerimizde bilseniz.. Yemek yapmayı öğrenmeme inadımızdan vazgeçip, tarhana yapmayı, erişte kesmeyi, turşu kaymayı öğrenmek, bir gün bu hengâmeden kaçıp uzak bir yerlere yerleşirsek işe taş devrinden çıkıp yerleşik hayata yeni geçmiş biri gibi başlamamak düşünceleriyle tamamlıyoruz işimizi.
Taş devri değil de “bulut devri” mi deseydik yoksa? Betonların bulutların arasına yükselmesiyle ortaya çıkan soğuk bir bulut devri.. Zira “bulutlaya kaday uzanan evley vay” söylemiyle o ürkütücü soğukluğu çocuksu sıcaklığa dönüştürmeye çalışan reklam yaratıcılığı kaç kişiyi sarmalar bilemeyiz ama ortaokul yıllarımızdan beri bildiğimiz bir şey var ki; gökyüzüne doğru her yüz metrede bir sıcaklık bir derece azalmaktadır. Coğrafya bilimine göre de soğuk olan oralarda köksüz bağsız bahçeler pek de yerleşik bir düzen sayılmaz sanırız. Daha önce bir yazımızda da bahsetmiştik; ne kadar yükseğe çıkarsa insan gördükleri çoğalır ama küçülür. Az ama net mi, çok ama flu mu olsun gördükleriniz sizin tercihinizdir..

YAPRAK

Bugünlerde size de oluyordur. Yolda yürürken bir yaprak kesiyordur önünüzü, ayaklarınıza kapanır gibi aniden düşüyordur yere. Biran düşünün derim ne anlatmak ister, son çırpınışı nedendir.. Anlattı bana dün gece bir sarı yaprak hikâyesini, farklı değildi bizimkinden anladım bir kez daha herkes bu doğanın misafiri.
 
Sekiz dokuz ay önce güneşle ağacın muaşakası neticesinde bir ağacın dallarından birinde tomurcuk olmuş, çatlamış, açılmış, saçılmış yaprak olmuş. Tutunduğu dalla bir kopmaz bağ var sanmış. Günler, haftalar ve sadece mevsimler geçmiş. Bir zaman ona hayat bahşeden güneş hayatını sarartmaya başlamış. Sağlam bir kökle dalına bağlıyken onunla dans eden, ıslıkla şarkı söyleten rüzgâr da şefkatini husumetle tebdil etmiş. Son günlerde niyeti koparmakmış bizim yaprağı tutunduğu daldan. Ve ben tam altından geçerken, rüzgâr bizim yaprakla son dansını ederken;
Bir sağa
                Bir sola
Bir sağa
                Bir sola
                             Savrula          savrula
Düştü ayaklarıma…
İşte dedim hayatın kısaca manası. Toprakta biter bütün canlıların muamması.
O zamana kadar ne yaşasan kâr. İçini doldurursan bir mevsim dahi uzunken, yüzyıl dahi kısadır boşlukta sallanırsan. İşte burada hayatın can alıcı noktası geldi takıldı kafama. Nedense insanlar yaşamlarını yalnız geçirmekten ihtiraz ederler de bir hayat arkadaşına malik olunca noksanlıkları paylaşıp azaltırken, mutlulukları çoğaltacaklarını zannederler. Oysa bu hülyaların hitama erdiği aile mahkemeleri duruşma salonlarında biraz vakit geçirince ne boş hayal olduğunu anlarsınız.
Boşananların kim bilir hangi coşkun duygularla başlamış olan muaşakalarının birbirinin yüzüne bakmayacak husumetine dönüşen yılları, hayatlarından bir ameliyatla kesilip atılacakmış gibi yatırılır bir pembe dosyanın arasına. En güzel kıyafetlerini giyer, en bakımlı halleriyle ve en umarsız yüz ifadesiyle otururlar karşı karşıya. İçlerinde kopan fırtınaları Allah bilir. Görüntüleri değişince insanların, harbe dönüşmüş bir muaşakada bir nebze üstünlük kazanacağını zanneder gibi bir imajla örtmeye çalışırlar azalmışlıklarını. Oysa yılan da deri değiştirir de yılanlığından bir şey yitirmez bilirsiniz.
Kadınlar önce saçlarından başlarlar değiştirmeye hayatlarını, erkekleri bilemiyorum.. Sanırım en kısa yoldan başka bir kadının kollarında ararlar teselliyi. İkinci adım ise durağan bir yaşam vesilesiyle birikmiş yağların eritilip ideal kiloya kavuşulmasıdır. Ve devamında diğer değişiklikler... Hayattaki bu hareketlilik bir başlarken muaşakaya husule gelir bir de hitama ererken. Ahkâm kesmiş gibi olmayalım ama bitmesi de bu yüzdendir o coşkun duyguların. Başladıktan sonra yenilikler, keşifler, değişiklikler hiç bitirilmemelidir. Zira muaşakayı canlı kılan sandığımız gibi bir mucize değil, her daim bilumum değişik karışımlarla beslenmesidir. Boşanma davasının duruşmasına gelirken giyilenler aslında önceden sergilenmelidir. Nüfus kâğıdının medeni hali hanesi değiştikten sonra gidilen kurslar bu kadar geciktirilmemelidir. O yetenekler, o yaratıcılıklar, o çabalar maşukundan esirgenmemelidir. Bilesiniz süslenip püslenip boşanma oturumuna gelmek dalından kopmuş sarı bir yaprağın rüzgârla son dansı gibi sadece acıma hissiyatı husule getirmektedir.
(Babıâli yokuşunda, bir zamanlar çıkan ceridelerin tozlarını nüfuz ederek muhakemat müdürlüğüne gidip gelen ve önceden yazdığı boşanma yazılarıyla bana ilham veren kadim dostum Tugay Kurnaz’a. )

DEVLET BİZE MEKTUP YAZSA....

Efendim Paris aşkın şehriymiş, romantizmin merkeziymiş, yok daha neler.. Şu dünyada bizim milletten alâ aşık mı var? Bulunur mu bizimkisinden başka aşk sarhoşu bir diyar.. Kısmetmiş bu yıl bir hafta Paris’te kadim bir dostumda günlük hayatın, modern sanatın tozunu dumanına katarak yaşama fırsatı buldum. Her gün sabah çıkıyoruz Paris sokaklarına, akşam giriyoruz. Yabancı bir ülkede olmanın verdiği merakla bütün gün bir gözlemci gibi dolaşıyorum tabi ben. Neyse sabah çıkarken sevgili dostum posta kutusuna bakıyor mektup var, akşam dönüyoruz posta kutusunda mektup var. Sağ olsun sevgili dostum oradaki günlük yaşamı, devletin işleyişini, toplumsal anlayışı her ayrıntıda bana açıklayarak bilgilendirmeye çalışıyor. Bu mektupların da her defasında nerden geldiğini, neden geldiğini anlatıyor. Biz Türkiye’den gitmiş iki şaşkın avukat yazışmanın yoğun olduğu bir sektörde olmamıza rağmen bize bile bu kadar tebligat, mektup gelmemesinin ezikliği içerisindeyiz.
Bir gün sendikadan mektup geliyor, akşamüstü işyerinden, ertesi gün sağlık kuruluşundan, vergi dairesinden, falan filan. Ha sakın korkutmasın sizi bu yazışmalar orda vergi dairesi vergi istemiyor sosyal adaleti sağlamak için zenginden aldığı vergiyi orta tabakaya ( fakir yok çünkü) veriyor. Haklarını korumak adına ve belki de vatandaşını düşündüğünü, ihmal etmediğini göstermek için sürekli yazışıyor. Devlet vatandaşına âşık anlayacağınız. Bugünlerde haber bültenleri Fransa’daki emeklilik yasası ile ilgili tepkileri veriyor.  Tarihin en kalabalık eylemleri bütün Fransaya yayılmış. Diğer sektörlerde olduğu gibi posta hizmetlerinde de grev varmış. Bizde postaneler greve gitse kimsenin ruhu duymaz, mektup devri çoktan bitmiş. Devletten gelecek para cezası, vergi cezası, sigorta cezası, faturalar gibi yazışma ve tebligatların da durması pek mutlu kılar sanırım milletimizi. Bizim devletimiz “taşfırın” biraz da maço, sevgisini gösterse maazallah şımarırız ya göstermiyor. Ne olur ne olmaz bizim millete yüz vermeye gelmez. Milletimiz de; “devletim beni döver de sever de” mantıklı, bilinçli olarak cahil bırakılmış bir kadın. Bu yüzden birçok sosyal hakkımızın elimizden alındığı ve de mezarda emeklilik denilen sisteme geçildiği bir dönemde kimse gıkını çıkartmadı. Devlete karşı gelmek hoş karşılanmaz bizde, üstelik devlet ırzımıza da geçse. Ama diyelim ki "devletin içinde devlet" etnik veya dinsel temelli bir provokasyon yapsa saniyede toplanır mahallelimiz. Neyse canım abartmayalım belki o zaman da gündemde türban vardı. Anlayacağınız bu haliyle bile biz devletimizi çok severiz. Bir de Fransa’daki gibi her gün devletimiz bize mektup yazsa …..  hiç tereddüt etmeyiz.

MUTSUZ MUSUN?

( Utanılacak karelerden mutluluk dersi çıkaran kardeşlerime..)

Mutsuz musun? O halde oku, oku ki daha fazla mutsuz ol, mutsuz ol ki anla, anla ki mutluluğu mutsuzlukla kovalama.. Birkaç yıldır bir mail dolaşıyor sanal dünyada, benim de mail kutuma birkaç kez uğramıştır ki ilk tecrübemden sonra her defasında ilk karenin ardından kapatmak zorunda kalmışımdır çaresizliğimden. Anlayamamışımdır insanlar neden başkalarının mutsuzluklarını görünce mutlu olmaları gerektiğini anlarlar. Mutluluğun ölçütü başkalarının mutsuzluğu mu olmalıdır. Anlamadım kardeşlerim, utanılacak o fotoğraflara bakıp mutlu olmanız gerektiği sonucunu nasıl çıkarıyorsunuz?
Her karede kemik ve deriden ibaret Afrikalı kardeşlerim, gözlerinin çapağından sineklerin medet umduğu. Çırılçıplak, aç, susuz, yoksul. Mutsuz musun? Canın mı sıkılıyor? Okula gitmek istemiyor musun? gibi sorulara Afrikalı kardeşlerimin fotoğraflarıyla yanıt veren o mail utandırıyor beni. Sizi utandırmıyor mu kardeşlerim. Önce beyazların balık istifi gemilerle “medeniyet”e getirip köle yaptıkları, sonra topraklarına, kaynaklarına, madenlerine, emeklerine el koydukları, kabileleri türlü oyunlarla birbirilerine öldürttükleri siyah kardeşlerimin kaderi mi sandınız o görüntüleri? Sizin hiç suçunuz yok mu? Susmak da ortak olmaktı hani.. Yapmayın kardeşlerim sorgulamayı öğrenin şükretmeyi değil. Onlar bu kadar mutsuzken mutlu olabiliyorsanız size kardeşim diyemeyeceğim. Bir daha göndermeyin bana o maillerden kardeşlerim, utanıyorum, bakamıyorum, çaresizliğime yanıyorum..
“Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım…”
Nazım Hikmet, Moskova

VASİYET

Cesedimi yıka gerektiği gibi!
Beni göğsüne bastır ve göğsünde tutarak
beni toprağa göm.”

                                     Hitit Kralı Hattuşili ( M.Ö. 17.yy )
 
Kral Hattuşili böyle vasiyet ediyor torununa soyluların önünde. Göğsüne bastır diyor hiç tereddüt etmeden ve özenle vurgulayarak. Söylemese belki amadelerden biri kollarını vücudundan öteye uzatacak, kollarının üstünde taşıyacak kralın bedenini. Hattuşili, göğsüne bastır beni diyor. Öyle uzak, soğuk tutma bedenimi demek istiyor. Omzuna atma, kolunda taşıma, bir tahta üstünde unutma… Kalbinin olduğu yere bastır. İnsan en çok göğsüne bastırdığında hisseder sevdiğini, en çok kalbinin üstündeyken ruhuna yaklaşır. Al bir insanı karnına bastır, sırtında taşı mesela, aynı şey mi?
Bu acıklı vasiyetten anlıyoruz ki kralların da sevgiye ihtiyacı var. Öldüğünde toprağa emanet edilmeden hayatında çatışmadığı tek kişiden sevgi dileniyor. Hayattayken isteyemediği şeyi vasiyet ediyor. Nasıl diyebilir ki yaşayan bir kral ‘beni göğsüne bastır’ diye. Demek ki ölüm her şeyi kolaylaştırıyor..

YANITSIZ

“Kargaşa içerisinde bıçaklandığımı anlamadım, sonradan karnımda ıslaklık hissedince yaralandığımı fark ettim.” Duruşma salonlarında biz avukatların çok duyduğu bir ifadedir bu. Kargaşada, hayatın telaşesinde anlayamaz insan yaralandığını hemen. Biraz zaman geçtikten sonra anlarsınız hayatınızın orta yerine hançer saplandığını ve hayatınızın kan kaybettiğini. İlk şok da diyebiliriz belki. Ölümü sonradan anlamak gibi. En yakınlarınızdan birisi de öldüğünde anlamazsınız hemen ölümün ne demek olduğunu, biraz zaman ister idrak etmek. Bu yüzden hayatınızdan eksilen kanın sıcaklığını ve ıslaklığını anlamak için biraz soğumak gerekir. Veya yaşamınızdan yok olan birisinin mezarına bir zaman uğramanız, toprağına dokunmanız, taşını okumanız gerektir. Bu yüzdendir herhalde bilginlerin felsefesinde hayatı aceleye getirmemek.     
Bütün bunların olması için bir kışkırtmanızın olmasına da gerek yoktur üstelik. Haksız tahrik indiriminden yararlanma olanakları yoktur lakin, tanrı tarafından cezalandırılacakları konusu da şüphelidir. Ey insanoğlu! Tanrıya karşı da insanların haklarını savunacak insan hakları savunucularına ihtiyaç var. İnsanlar artık istemedikleri hayatları yaşamaya zorlanmamalıdırlar. Ve Cemal Süreyya’nın hitabıyla ‘Sayın Tanrı’! eğer ölümden sonra bir yaşam daha varsa muaf tutulma hakkı olmalı. İkinci bir yaşama katlanamayacaklar buna mecbur kılınmamalı. Mesela ben, ikinci bir yaşama hem de sonsuza kadar sürecekse katlanabileceğimi sanmıyorum. Zaten bu önerim için dünyada mutlu olan insan sayısının azlığı bir gösterge olarak ele alınabilir. Ben daha otuziki senelik nefes alışlarımda başkasının hayatına özenmeyen bir insana pek rastlamadım mesela. Evli bekara özenir, bekar evliye, köylü kentliye özenir, kentli köylüye, karşı cinsler birbirine, herkes diğerinin mesleğine, sürüp gider bu böylece.
Bütün bunları düşünürken radyodan ajanslar haber geçiyor; mevsimsel depresyonun yoğun olduğu bir dönemdeymişiz. Onyedi- yirmibeş yaş arası ve de kadınlarda yaygın olan depresyonun belirtileri, huzursuzluk, kendini değersiz hissetme hatta ölme isteğiymiş. Şimdi ölme isteği taşıyan bu insanlara yeni bir hayat vaat etmek anlamsız değil midir sizce de? Her neyse bu arada genç kuşağın ve kadınların vay haline. Şu bilim adamlarının da hayranım tespitlerine. Bütün olumsuzlukların nedenini hormonlara yükleyip çıkıveriyorlar işin içinden. Bizi hayvanlardan ayıran akıl, düşünme yetisi gibi özelliklerimizin hiçbir etkisi yok sanki yaşadıklarımızda. Yani biri durup dururken gelip hançerini saplamışsa hayatınıza ve siz üzgünseniz, anlamsızsanız bunun nedeni hormonlarınız. Yani ayın belirli dönemlerinde hormonları yüzünden tahammül eşiği düşen kadınların tahammüllerini zorlayanların bilimsel olarak bir suçu yok öyle mi?
Hayatın dolambaçlı yollarında ayrı mecralarda akarken zaman zaman kesiştiğiniz dostlarınız artık tek düze bir yol seçmişlerse ve aranızdaki küçük bir açı bile zaman uzadıkça aranızda büyük mesafelerin açılmasına neden olmuşsa üzülmeyin bunun nedeni hormonlarınız.
Büyük oranda katıldığım bir görüşe göre aslında insanlar insanlığını bilse psikologlara gerek kalmayacaktır. Modern çağın getirdiği yabancılaşmayla birlikte arkadaşlık, dostluk kavramlarının anlamını yitirmesiyle para karşılığı dertlerinizi dinleyen psikologlara gitmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü bir yaştan sonra gerçekten dost edinmekte zorlanıyorsunuz. Nasıl zorlanmayasınız ki; o zamana kadar ölü ya da diri kaybettiğiniz arkadaşlarınız, dostlarınız, sevgilileriniz birer tümülüs oluşturuyor kalbinizde. Ve artık bu engebeli kalplerde yeni yerler açmak gittikçe zorlaşmaktadır. Bu arada bir haber daha; yerçekimi azaldıkça zaman daha yavaş akıyormuş. Neyse şükür ki henüz zamanı durduracak bir formül bulunmadığına göre mevsim de dönecektir. Mevsimle birlikte depresyon da çekip gidecektir. Ve dostlarımız tek düze akıştan sıkılıp dolambaçlı mecralarda yollarımızı kesiştirecektir.

DİLENCİYE PARA VEREMEYEN

Uzun zamandır gitmemiş olduğu kapalı çarşıya doğru hızla yürürken alt geçidin merdivenlerinde yine bir dilenci gördü. Merdivenlere oturmuş, pantolonunun bir paçasını dizinin altına kadar kıvırmış, ayağının boğum boğum deforme olmuş şeklini sergiliyordu. Kahretsin yine aynı çelişkili duyguların saldırısına uğramıştı işte. Bir dilenci gördüğünde aklında saniyeler içinde zıt düşüncelerin savaşımını yaşıyordu. Bir yanı ‘dur ve cüzdanından biraz para çıkarıp ver’ derken diğer yanı ‘hayır duramam artık kaç adım geçtim bir daha geri dönemem ‘ gibisinden laflar ediyordu. İçinden bir ses dur derken, ayakları yürümeye devam ederken, sonra diğer ses artık çok geç dönmek ayıp olur derken çoğunlukla bu savaştan kaçan ayakları galip geliyordu. Bunun nedenini de her defasında sorguluyordu. Henüz dilenciye para verememesinin gerçek nedenini bulabilmiş değildi ama bir gün elbet bulacaktı.  İç sorgulamalarında epey mesafe kaydetmişti zira yıllar içinde. Örneğin karşılaştığı dilenciye para vermenin dilenciyi küçük düşürücü bir davranış olduğunu bilinçaltında hissettiği olmuştu. Çünkü küçüklüğünden beri birisinin bir başkasına karşılıksız para vermesini küçük düşürücü bir davranış olarak görmüş ve bu yanlış anlayışla yetişmesinin zararlarını da taşımamış değildi. Küçükken ziyaretlerine gelen akrabalarının kendisine verdiği harçlıkları asla almazdı hatta kendisine hakaret kabul ederdi. Daha küçüklükten ağır bir yük olarak taşıdığı bu gururu ancak üniversite yıllarında gereksizliğini anlayarak törpülemeye başlamıştı. Sebep bu olamazdı herhalde.
Dilenciye para verememesinin iyi bir davranış olduğunu düşünerek bazen kendisini fazlasıyla rahatlatıyordu. Bir gün yolda yürürken karşısında gördüğü belediye tarafından asılmış afiş yüreğine su serpmişti. Daha çok, küçük çocukların çalıştırılmasını veya dilenci olarak kullanılmasını engellemeye yönelik bir afişti ve küçük çocuklara para verilmesinin veya sattıkları şeylerden alınmasının onlara zarar veren bir davranış olduğu manasına gelen bir slogandı afişteki. Ama bu düşünce vicdanını epey bir zaman idare etmişti. Her dilenci gördüğünde veya küçük masum gözlerle mendil uzatanları, onların iyiliği için para vermediğini düşünüp hızlı adımlar atan ayaklarının peşinden huzurlu bir şekilde yol alırdı. Merkezi yönetime de yerel yönetimlere de çok kızıyordu o afişleri gördükçe; bu sloganlar, bu çalışma tarzı, bataklığı kurutmak yerine sinek öldürmekti. Para verseniz de vermesiniz de onlar dilenmeye devam edecekti.
Bir zaman geldiğinde şöyle düşünmeye başlamıştı; dilenciye para vermek iyilik etmek değildir. Asıl iyilik insanların dilenmeyeceği bir dünya yaratmaktır ki kendisi daha adil bir dünya için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Dünyada herkese yetecek kadar kaynak varken paylaşımdaki adaletsizliğin yarattığı uçurumun sorumlusu da kendisi değildi ya. Hatta dinlenenlerin bizzat kendileri suçluydu bu konuda. Durumlarını kader sayıp kendilerini en çok fakirleştirenleri getiriyorlardı her defasında başlarına. Yok yok kendisini her defasında böyle suçlu hissetmesinin, vicdanını sızlatmasını gereği yoktu. Refah seviyesini yükseltecek sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasına çalışmak daha büyük iyilikti bunlar için.
Bazen de kendisini suçlu hissederdi onların fakirliğinden, hele ki karşısında muhtaç bir küçük kız görmesin. Utanırdı üstünden başından, yürüyüşünden, edasından. Ama diyalektik bir sonuç olarak zıt düşünceler hücuma geçerdi ‘nerden biliyorsun bütün bunların tembelliğe alışmışlığın ittiği bir numara olmadığını?’ diye sorar kendini yine haklı çıkarırdı. Bütün bunları tekrar düşünürken ve dilenciye para verememe tutukluğunun asıl nedeni hala bulamamışken kapalı çarşıdaki tanıdığı kuyumcuya varmış olduğunu fark etti. Doğada bir şekilde var olan ve insanların az olduğu için değerli kabul ettiği bir maden parçasına karşılık yine süslü püslü, resimli filigranlı ve üzerinde renklerine göre bir değer yazılmış kağıt parçasını vererek, arkadaşına nikah hediyesi aldı. Çıktığında neden dilencilere para veremediğini anladı.