5 Ocak 2012 Perşembe

YILAN

Başkasının hakkını da kendi hakkı gibi savunmayan, herkesin sadece kendine hak istediği yerde gürültü yapan bir topluluktan başka bir şey yoktur. Bir halk, bir millet, yurttaşlar topluluğundan bahsedilemez. Birlik beraberlik, kardeşlik, vatan, ülke bütünlüğü, ezilenler, adına ne derseniz deyin. Artık siyasi düşüncenize, felsefi görüşünüze, dini inanışınıza göre literatürünüzde hangi kelime varsa… Olmaz diyorum olmaz. Kuru gürültü yapan ve eninde sonunda sadece çoğunluk olanın söz sahibi olduğu ama çoğunun birbirine düşman olduğu, tesadüfen bir araya gelmiş bir topluluktan başka bir şey olmaz. Ha çoğunluğun da bir gün azınlığa düştüğü ve aynı haksızlıklarla karşılaştığı bir topluluk demekte fayda var.

Mesela 1996 yılına gidelim F tipi cezaevlerinin koşullarına itiraz eden siyasi mahkûmları hatırladınız mı? Bugün o F tipi cezaevlerinde kalanların çoğu o günlerde “bir avuç terörist”in isteklerine devletin boyun eğmemesi gerektiğini düşünüyordu. Yakın dönemde ortaya çıktı ki “hayata dönüş operasyonu” planlanmış bir katliamdı. O gün yapılan haksızlıklara karşı çıkmayanlar bugün aynı haksızlıklarla karşı karşıyalar.

Hukuk herkese lazım cümlesini defalarca kuracağız, hukuk herkese eşit uygulanmadıkça yeniden yeniden yazacağız. DGM’ler ve bugünkü devamı özel yetkili mahkemeler keza yine öyle.. Nedense o mahkemelerde yargılanmayanların aklına gelmiyor sorgulamak. Yahu mahkeme mahkemedir bunun özel yetkilisi mi olur demek. Bu mahkemeler bir yönüyle doğal yargıç ilkesini zedelemiyor mu diye sormak.. O mahkemeye düşmedikçe kimsenin aklına gelmiyor.. Ama yok canım atalarımızda böyleymiş zaten; “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dememişler miydi? Oysa hatırlıyorum küçükken bizim mahallede dul bir Zeynep Abla vardı. İri kıyım, korku nedir bilmez. Kimin bahçesinde ağacında yılan görülse Zeynep Abla’ya haber salınırdı. Yılan öldürme teçhizatlarını, orağı, bıçağı, bidon bidon benzini, çakmağı kaptığı gibi yılanla mücadelesine başlardı. Korkmazdı Zeynep Abla başkasına dokunacak yılanla kavgadan..

Adı malum bir operasyon başladı sonra, birileri sevindi. Geçmişteki yanlışlarla hesaplaşılacak, gerçekler ortaya çıkacak sandı. Atalarımız sağolsun her olumsuz durumda bizi rahatlatacak bir söz bırakmışlardı neyse ki.. Neydi “kurunun yanında yaş da yanar”. O yanan yaşlar görmezden gelindi. O yaşlar bir zamanlar karşı çıkmadıkları hücrelerde ömürleri tükenirken onların görüşlerini beğenmeyenler sustu. Sonra o yaşları savunmayanlara geldi sıra. Listeler hazırlanmıştı. Yine operasyon üstüne operasyon, efendim gak diyen mahkemede guk diyen cezaevinde buldu kendini. Aklım karıştı ama şöyle anlatayım; hani onlara karşı faili meçhul cinayetler işleyenler yargılanıyormuş gibi yapılırken, malum failler dışarıda fink atarken mağdur sayılanlar aslında aynı zamanda sanıklardı! Bu sefer diğerleri sustu. İfade özgürlüğü diye bir şey yokmuş gibi.. Başkaları hep bizim gibi düşünmek zorundaymış gibi.. Farklı düşünenler her zaman suçluymuş gibi.. Basın özgürlüğüne sahip çıkarsak mesela bölücü olacakmışız gibi.

İnsan hakları savunucusuyum ama örneğin ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından yana olabilirim bu koşullarda. Nasıl olsa herkes özgürlüğü kendi koşullarına göre yorumluyor. “BAŞKALARI İLE İLGİLİ YORUM YAPMADAN ÖNCE HERKES KENDİSİNİ BAŞKASININ YERİNE KOYACAKTIR.” Diye bir emredici hüküm konulsun. İfade özgürlüğü bu şekilde kısıtlansın herkes düşündüğünü söylemeden önce öteki olsun. Var mısınız? Nasıl olsa diğer halde de kendiniz değilsiniz zaten. Sadece size dayatılansınız, beyinlerinize enjekte edilensiniz.

Bir tek muktedirler objektifti hak savunuculuğunda Erdal Eren’e ağladılar, Adnan Menderes’e sahip çıktılar, 12 Eylül mağduru bir ülkücüyü andılar, Dersim için özür dilediler daha ne olsun. Nerde bir mağdur orda muktedirler. Tanrım akıl tutulması yaşıyorum galiba, yukarıya yazdığım o paragraflarda ne kadar da haksızlık etmişim. Ne demişti Hopa davasından tutuklu bir “terörist”? Başbakan ağlamasın diye tahliyemi talep ediyorum. Yıllar sonrasını düşünüyorum gözlerim açık. Yıl 2023 birisi gözyaşlarını tutamayarak şöyle diyor; “2012 yılındaki 35 kişinin savaş uçağıyla katledilmesi sırasında CHP muhalefetteydi ve bu katliamdan sorumludur.” Çünkü insan hakları, demokrasi gibi kendinizden ödün vermeniz gereken durumlar kısa sürede hazmedilemiyor. Yıllar geçmesi, yavaş yavaş imbikten süzülür gibi vicdanımıza yayılması gerekiyor. E bu durumda yine atalarımızın sözünü mü dinlesek? Zaman her şeyin ilacı mıdır? Vücudumuzda iz bırakan yaralar ölmedikçe geçer mi? O halde ölüm müdür bütün yaraların çaresi??

KADINA ŞİDDETTE SON NOKTA

 
Biliyorsunuz 25 Kasım günü kadına yönelik şiddetle mücadele günü olarak anılmaktadır. Fakat sanırım bizim sayın yetkili kişiler bugünü yanlış biliyorlar. Öyle olmalı ki 1 Ekim’de yürürlüğe giren yeni usul kanunu ile “mücadeleyle mücadele” babında yenilikler getirdiler. Büyüklerimiz kadınlar için 25 Kasım’a güzel bir sürpriz hazırlamış! Neymiş efendim yargıyı hızlandırmak için birtakım değişiklikler yapmışlar. Niyeyse son yıllarda yapılan bu iyi güzel değişikliklerin! altından hep bir bit yeniği çıkıyor. Siz pire yeniği de diyebilirsiniz çünkü insanı kaşındırıyor. Meğerse hızlanan neymiş biliyor musunuz; yargılama masraflarının tahsiliymiş. Dava açmak için peşin peşin asgari ücreti aşan gideri vezneye yatırmak zorundasınız. Bunu bir tarafa yazdık, yazmaya da devam edeceğiz.
 
Kadına şiddetle mücadeleyi nasıl etkiliyor bu durum diye sormayın. Şiddete maruz kalan, sokağa atılmış, gözü mor, hatta belki bıçaklanmış mağdur kadınlar Aile Mahkemesi’nden korunma için tedbir talep edince de peşin peşin 186-TL isteniyor. Bundan ilgili ilgisiz bakanlarımızın haberi var mıdır acaba? Ekranların karşısında aile içi şiddetle mücadele konusunda atıp tutan, ama gerçeğin hiçbir köşesini tutamayan sayın yetkililer her gün öldürülen üç kadının vebalini daha ne kadar taşıyacaklar.
 
Neyse ki Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı aile içi şiddetle daha etkili bir mücadele için yeni bir kanun tasarısı hazırlamış. Lakin bu da beni korkutuyor. Yok  24 saat nöbetçi hakim, savcı olacakmış, uzmanlaşmış birimler kurulacakmış, kendiliğinden nafaka kararı verilecekmiş, icraya konulurken harç alınmayacakmış. Yahu kadın 186 TL yı ödeyemeyip korunma tedbirlerinden yararlanamayıp öldükten sonra ne anlamı var.
 
Tasarı meclisten geçerken fırsat bu fırsat karısına şiddet uygulayan erkek milletvekillerine mesela ek ödenek verileceği gibi bir hükmü de sıkıştırırlarsa araya tam olur. Evet, şiddete maruz kalmış kadın için koruma kararı vermeyi ücrete bağlayan devletimiz şiddet uygulayan erkeğe de ücret verse fena mı olur? Bütün erkeklere değil canım milletvekillerine.
 
Yazımı sonlandırırken yetkililere mi yoksa duyarlı yurttaşlara mı sesleneceğimi bilemedim ama herkes bilsin ki bu uygulama böyle devam ederse daha çok gözü mor kadın adliye kapısından çaresiz dönecektir.

21 Aralık 2011 Çarşamba

ZIRVA


Sonbaharı en çok yanan sarı-kuru yaprakların kokusunu bilenler sever. Yanmanın kül olmanın yeniden doğmak olduğunu bilenler günü geldiğinde yeşerir. Biz ekmeğin yanmış yerlerini yiyerek büyüdük bu yüzden korku nedir bilmeyiz küçük hanımlar küçük beyler! İşte bu yüzden yakın canımızı istediğiniz kadar, savurun sarartıp benzimizi, vız gelir. Küçük dediysek dünyayı kendinizden ibaret saydığınızdandır. O büyüttüğünüz benliğiniz var ya etrafınızda döndükçe sizi kemirendir.

            Bakın bir yıl daha geçti ve bildiğim kadarıyla tarihin sayfalarına bir satır eklemişliğiniz yok. Yazdığınız zırvalar mı? Onlar da tarihi yapanlarla örtüşmüyor. Neyse bunca zamandır sizden haber bekliyordum; bir vicdan kırıntısının üzerinden geçmiş toz zerresi kadar iyilik güzellik taşıyan. Heyhat ne mümkün! Siz olmasanız felsefe bugüne kadar yaşar mıydı? Kadirşinaslık, erdem, iyilik, ahlak, vicdan, sevi nerelerdesiniz? Duyun sesimi! İnsanoğlu gittikçe sesi olmayanlara bağlanıyor. Hayal ettiklerimiz hep sessiz özneler. Bir dağ başı olsun, deniz kenarı, tarla, bahçe olsun sussun. Domates, biber, taze soğan! Hıh hayale bak..  Neylersin içinde insan olan bir hayal duymadım ben daha.. Evvel zaman masalları kadar uykumu getiriyor hayalleriniz. İçinde can yok, ses yok,  nefes yok..

            Bu kibriniz sakın burnunuzda aldıracak kıl olmamasından kaynaklanıyor olmasın. Hah haa güldürüyorsunuz beni zeka fıskiyeleri. Aynı havuzun içinde dönüp duran su damlaları gibi bir ota bile faydanız dokunmaz. Oysa birlikte büyümüştük, bana niye öğretmediniz insan eti yemeyi.. Karşılıksız olsun her şey amenna ama karşılıksızlık bari karşılıklı olsun.                   

6 Eylül 2011 Salı

EVLİLİK



Başlık pek çekici değil, kabul ediyorum. Ama bu sanırım kelimenin kendisinden kaynaklanıyor. Köken olarak “ev” sözcüğünden türetilmiş bu kelime ev sahibi olmayı çağrıştırmaktadır. Bu şekilde esprilere de konu olduğuna çoğumuz tanık olmuşuzdur. Oysa iki insanın hayatlarını birleştirmesi böyle maddiyatı çağrıştıran kökenden türetilmiş bir kelimeyle ifade edilmemeliydi. Mesela “eşlenmek” daha doğru bir ifade olabilirdi. 

Latince söyleyecek olursak her insan “sui generis”tir. Kendine özgülük herkese ayrı bir şekil verir. Evlilik de iki ayrı şeklin “puzzle” (yapboz tam olarak uymadığı için İngilizcesini kullandım) gibi birleşmesiyle yeni bir şeklin oluşmasıdır. İşte zurnanın o garip sesi (zırt) çıkardığı yer burasıdır. Bir oyun olan “puzzle”da resim ya da şekil önce bir bütün olarak yapılır daha sonra parçalara ayrılır. Yani parçaların bir araya gelmesi yeniden bütünlüğü sağlar. Oysa insanlar önce şekil alır sonra bir araya gelip bir resim oluşturmaya çalışırlar. Bu nedenle yüzde yüz birbirine uyan iki şeklin bir araya gelme olasılığını hesaplamaya Einstein beyni gerekir.
Düşünün ki her insanın sivri olduğu, yuvarlak olduğu, köşeli hale gelip sonra ovalleştiği özellikleri vardır. Fantastik filmlerdeki sahneleri anımsayın. Elde garip şekilli bir anahtar gizemli geçitlerden geçilerek bulunan bir kapı üstündeki boşluğa yerleştirilir ve o anda gizli bir kapı açılır. İşte evlilikte de mutluluğun kapısının açılmasının sırrı buradadır kanımızca. Birbirini en azından tamamlamaya yakın şekillerin bir araya gelmesidir. Fantastiktir..  

Mesela bir dikdörtgenle bir tarafı testere ağzı gibi tırtırlı iki şekli bir araya getirseniz zavallı dikdörtgenin yıpranacağı gibi aradaki boşluklardan da her türlü sızıntı yol bulur. Hiçbir insan dümdüz olamayacağına göre de bu basit şekilli örnekten yola çıkarak varın gerisini siz düşünün. Birbirinin boşluğunu, girintisini, çıkıntısını, sivriliğini tamamlayamayan şekiller ancak birbirilerini yıpratır, çizer, törpüler. Evlilik, o zaman ömürden ömür götürmenin adı olur. 

Bahsettiğimiz gibi hiçbir zaman birbirine tam oturmayacak olan bu şekiller arasındaki boşlukları da düşünmek lazım. Gerekli temizliği yapmaz, değerli güzel maddelerle o boşlukları doldurmazsanız zamanla toz, toprak, kir pasla dolu bir birleştiriciye mecbur kalırsınız. Bunlar evlilikte hayatın dayattığı mecburiyetler olarak çıkar karşımıza. Birbirinizi kandıracak renkli, göz boyayıcı oyun hamurları ya da yağmura, çamura, rüzgara yıllar içinde yenilen silikon.. 

Ya da her türlü hava koşullarına, yıllara dayanıklı değerli bir madenle doldurulmuş boşluklar.. O maddenin ne olduğunu söylememe gerek yok sanırım..

16 Şubat 2011 Çarşamba

KORKMA!


-Korkuyorum, diyor. 

Doğrusu teselli edecek bir cümle bulamıyorum. Ülkede “korkma” diyecek nesnel koşullar mevcut olmadığı gibi bireysel olarak da başını okşayıp korkusunu dindirecek cesaretimi kaybettiğimi anlıyorum. İşin kötüsü artık ben de korkuyordum, ki karanlıktan, yalnızlıktan, uçurumlardan, vahşi hayvanlardan ..vs korkmayan bir insan olarak otuzüçüncü yılıma girdiğim şu hayatımda cesaretini kaybetmenin ağırlığıyla kamburlaşmışım sanki. Evet, korkularımız birer kambur olup sırtımızda gün geçtikçe eğiyor başımızı yere. Korkum kendime dair değildi elbet, geleceğe dair, gençliğe, çocuklara, özgürlüğe ve sahip olduğumuz güzel şeylere dair. 

Üniversite yıllarımda bir gün gözaltına alınmıştım. Benimle birlikte alınan tecrübeli arkadaşlar bize bilgi veriyorlardı. Kafamızı masa köşelerine vurabilirmiş polis kafamızı korumamız gerekmiş falan da filan. Korkmadım hiç, hatta kolumu tutan polise bir kükremişim ki “bırak kolumu kendim gelirim” diye sonradan televizyondan izleyip aktaran arkadaşlardan kendimi bir efsanenin kahramanı gibi dinlemiştim. Şimdi istatistikler işkence azaldı diyor ama korkuyorum. Suçsuz insanların özgürlüklerinin ellerinden alınmasından, farklı seslerin susturulmasından daha korkunç ne olabilir ki.. Telefonla konuşmaktan, internette uzaklardaki bir arkadaşımla memleket meselesi konuşmaktan korkuyorum. Kendime dair değil korkularım diğer insanlara benzetilmekten korkuyorum. 

İnsanın düşüncesini yakın bir arkadaşıyla paylaşamaması esaret değil de nedir? Bir samimi sohbet edememesi, sürgüne göndermesi beynindeki düşünceleri dayanılmaz değil midir? Uzak bir ülkeden üniversite yıllarından dostumla yazışıyoruz. Nasıl, umut var mı diye soruyor. Kaderimizi diyorum uluslar arası sermaye şirketleri belirliyor. Biliyorum yazışmalarımızı da okuyorlar. Eskiden devletle karşılaştığımızda korkmazdık şimdi ise karşımızda devleti görünce yolumuzu çeviriyoruz diyorum. Koca ellerinde iletişimin tespiti tutanakları ya da vergi cezaları ya da ne bileyim komplolar, iftiralar sallaya sallaya karabasan gibi çökerse üstümüze diye yolumuzu çeviriyoruz diyorum. 

Tekrar dönüyorum küçük kıza korkma diyorum korkarak. İçerde, dışarıda her yerde sermayenin artı değerine katkı sunan dişlilerin arasında bir toz zerresiyiz nihayetinde. İstediğini susturur, istediğini tahta oturtur, istediğini tasfiye eder ya da başımızın tacı yapar dilediğinde. Korkma yine de kayalar toz zerrelerinden oluşur ve dişlinin arasına sıkıştı mı dişliyi durdurur olduğu yerde. 

-Korkuyorum diyor feri sönmüş gözlerle.. 

Nasıl diyebilirim ki “korkma” diye. Hergün gözlerinin önünde şiddet yaşanan bir çocuğun iflah olmaz psikolojik bozukluğu yerleşmiş içimize.. Bir tıkırtı gelse sıçrayacak gibiyiz yerimizde. 

-Korkuyorum diyor, hiçbir şey kalmayacak sanki elimizde.. 

O zaman elimiz kalır diyorum, kaybedecek şeyi kalmamış ellerden daha güçlü ne olabilir? KORKMA!

ARAF


Daha huzurlu bir yer yok bence şu mezarlıklardan. Ne bileyim herkes sessiz, herkes komplekssiz, mülayim, hareketsiz. En çok gürültü edenler kuşlar, böcekler.. O da doğal müzik niyetine gözleri kapayarak dinlenecek cinsten. Çiçekler ölülerden daha nazlı, su dökmezsen bir süre küsüveriyorlar. Ölüler bir reaksiyon göstermediğinden küsmediklerini varsayıyorum. Arada bir mezarlığa gitmek huzur bulmanın yanı sıra hayatı anlamak için de gerekli bence. İmanın şartları arasına koyulsaydı daha çok insan dindar olabilirdi aslında. Dünyanın da bir yansıması gibidir mezarlıklar. Siyah granit taşlı mezarlar zenginliğini ortaya koyarken bazı ölülerin, kimi bakımsızlıktan çökmüş kimsesizliğini haykırır. Hergün mermeri silinenler geride yoğun bir seven bıraktığını gösterirken kimileri de çiçek bahçesi gibi taze, canlı çiçeklerle bezelidir.
Bizim mezarlığın yanı başında derme çatma bir evde tek başına yaşayan yaşlı bir kadın var. Bizim mezarlık diyorum çünkü zaman geçtikçe akrabalar, tanıdıklar mekân tuttu orayı ki sanırım benim de orda kalırsa bir kaç karış toprağım olacaktır o yüzden sahipleniyorum. İşte bu bizim mezarlığa ne zaman gitsem yaşlı kadın çeşme başında ibrikleri doldurur. Sıraya mı koydu yoksa sadece sahipsiz olanlara mı bakıyor bilemem ama hergün mezarları suladığı kesin. İki ibrik almak için çeşme başında beklerken dolulardan uzatır yaşlı kadın görev edinmiş ne de olsa ibrik doldurmayı. “Al kızım Allah kabul etsin” der. “Yok ben sadece konuşmaya geldim teyze, bildiğim dört dua Temel’in ki gibi üç Kulhü bir Elham” diyecek olsam da O’nun saf, karşılıksız hizmeti susturur beni.
Babam gözlerimden öperdi, bıyıkları batardı gözlerime. Şimdi de geceleri yıldızların okları batıyor. Geleceğiz biz de bir gün, bekle diyorum hep ayrılırken. Bekleyen biz miyiz yoksa? Gidecek olan da bekler ne de olsa. Sabırsız ilkbaharın mevsimi arafta bırakması gibi kendimizi yaşarken arafta bırakmaya gerek yok. İlkbahar-kış arasında gidip gelen mevsimin kararsızlığı gibi yaşam-ölüm arasında kararsız kalmak olmaz. Yalancı bahar nasıl kandırırsa meyve ağaçlarının çiçeklerini, yalancı ölüm de çevremizdeki hayatımızı tatlandıracak güzellikleri kandırıp soldurmaktan başka işe yaramaz. Evet, ölü insanlarla dolu etrafımız yaşadığını zanneden, yalancı baharlarla sahte ışıklar saçıyorlar. Efendileri var birden fazla, bir köle gibi bağlı oldukları sanrılar, buz kesen bir yalancı bahar ısırmaktadır hayatlarını. Beklemesini bilmek lazım o halde sükunet içinde gideceği günü, ukalalık etmeden. Güneş olsa da mevsim kışsa hava soğuktur ne de olsa..

BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR


BEKLE
Birinci gün..
Daha kaç gün bekleyeceğini bilemezken ilk günün yorgunluğu çökmüştü üzerine. Sabah uyandığında bir mektup bulmuştu kapının önünde. Kafka’nın “Sevgili Milena”sına yazdığı gibi hep uzakta olmanın naifliğini taşıyordu. Gidiyorum savaşa diyordu olanca dokunaklığıyla. Bekle, geleceğim ve o zamana kadar “sevgiyle kal”.
İlk satırlarında döktüğü gözyaşlarını aceleyle silerken arkasından yetişir miyim diye çocuk acemiliğinde adımlar atarken savaşçının çoktan yol aldığını anladı. “Yaşadıklarımla savaşmaya gidiyorum, yılların biriktirdiği kötü kalıntıları söküp atmaya, arınıp damarlarımdaki kin tutan yuvarlardan, zafer kazanmaya gidiyorum.” Demişti. Ah mezar taşlarının kıymetini şimdi anladım diye iç geçirdi kadın. Sarılacak bir taşı bile olmazdı ya eski savaşçıların. İçinde titreyen bir telli çalgının teli değildi. Bizzat kendi iç sesiydi. Kanatlarını nasıl da hızlı çarpıyordu karnına yerleşmiş kelebekler. Keşke kendi canının acımasıyla yetinseydi bu bekleyişler. Daha ilk günün ağırlığı altında bu kadar ezilmişken beklemek şimdiden dipsiz bir kuyu gibiydi. Sevgiyle kal diyordu sonunda mektubun, sevgisiz kalamazdı ki zaten. Söylenmemiş cümleleri vardı daha. Ezilirken söyleyememenin pişmanlığı altında, biriktirip toparlayıp sevgiyle kalakalacaktı olduğu yerde. Hareketsiz kim bilir daha kaç gün..
Kafka, Milenasına; sen bir bıçaksın demişti, ve ben her gün içimi deşiyorum o bıçakla. İstemem böyle cümleler kurmasın bana.. Ama desin ki; sen benim can suyumsun ve ben her gün yeniden yeşertiyorum içimdeki yaşama sevincini.. Damarlarımdaki kanımsın ve ben seninle her nefesimde yeniden keşfediyorum vücudumun coğrafyasını.. 24 Ocak 2011
BEKLEM
İkinci gün…
Bir gün eline tutuşturmuş olduğu o solgun fotoğrafıyla kahramanının, uyuyakalmıştı mecalsiz. Gece ansızın uyanmıştı birkaç kez, her çıtırtıyı postacı sandığından. Geceyle gündüz birbirine karışmıştı. Bir haber bekliyordu sadece “iyiyim” diyen bir haber. Dün değil de gittiği sanki yüzyıllar önceydi. Ne kadar isterdi savaşa beraber gitmeyi, yaralarını sarmayı, su vermeyi, alnını silmeyi..
O gittiğinden beri yağmur hiç durmamıştı. Karnında kanat çırpan kelebekler gibi, durulmamıştı kanatsız yağmur damlaları. Küçükken yatağa girdiğinde dua ettiği günlere dönüp bütün saflığıyla bildiği bütün dinlerin tanrılarına yakardı. İyi olsundu da yıllarca sürecek mektuplaşmaya ve yağmurlara razıydı. Varsın bulutların gözyaşları hiç kurumasındı.
Yine gece, bu kez siyah pelerinlerini örtmüş üstlerine ağaçlar. Bari yıldızlar oklarını gözlerime batırmasalar diye düş-ündü.. 25 Ocak 2011
 
BEKLEME
Üçüncü gün…
Hâlâ bihaberdi.. Bu sabah, müjganından dökülen katrelerin kötü haber getiren bir haberci olduğu konusundaki tecrübesini hatırlayıp henüz öyle bir duruma gelmediği için şükretti. Bütün gün durmaksızın yağmur yağdı. Ama bugün akşam üstü bir sokak lambasının ışığında yağmur damlalarının kanatlandığını gördü. Bir mektup yazsam diye düşündü. Yağmurun altına bırakacaktı, kelimeleri yerinden söken damlalar buharlaşacak ve bulutlara karışıp gökyüzünden okutacaktı kendini. Adres kısmına ne yazacaktı? Bay Kahraman Herakles; Harp meydanı.. ya gitmezse, yok en iyisi beklemekti.
Biliyordu savaşçı yüreğini ortaya koyar muzaffer olurdu. Ama bir haber, sadece bir haber almayı ne kadar çok isterdi. En kötüsü de kimse bilmezdi beklediğini. Beklediğini anlasalar bile kimi bekler, neyi bekler kimse kestiremezdi. Ahh üçüncü günü de geçirse belki iyileşmeye başlayan yaralar gibi hafiflerdi beklemenin acısı.. 26 Ocak 2011
BEKLEMEK
Dördüncü gün…
Alacakaranlıkta yatağından fırladı, eline baktı. Rüyayla gerçek arasında gidip geldi saniyeler içinde. Ağaçların üzerine kurulu evlerden cennetin ortasındayken küçülüp bir avuçiçine sığar oldu kahramanı. Yani el kadardı. İncitmeden yatırarak koluna, ezerek bütün engelleri çıkan yoluna, koşuyordu ama nafile, kaygıyla uyanıp umutsuzluğa duçar oldu.
Bu zulmet, bu sessizlik her gün yavaş yavaş nefesini kesiyordu. Soluk alışları azaldıkça sanki beklediği zaman azalıyordu. Savrulan düşünceleri dönüp dolaşıp yine tanrıya bulaşıyordu. Tam da diyordu isyan bayrağım kurumaya başlamıştı toplayacaktım, nerden çıktı bu yağmur?.
“Bu kadar bilmeseydim de Eflatun’un mağarasına inansaydım, gördüklerim zahir olsaydı, gerçekler sonsuz.. ve ben o sonsuzlukta seni bekleseydim” diye iç geçirdi. Gün geçtikçe uzayan günleri kesecek bir makas istedi, tanrı vermedi.. Ah kürek cezasına razıydı da bekleme hükümlüsü olmasaydı.. 27 Ocak 2011
.........
BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR
Ondördüncü gün…
Beşinci gün bir haber geldi sonunda o meşakkatli bekleyişi sonlandıran. Savaşa giden, bir tren istasyonunda kalmıştı günlerdir. Ne geri dönebilmiş ne de yola çıkabilmişti. Uzayıp giden rayların ortasına sıkışmış, üstünden tren geçen biri gibi kıpırtısız kalakalmıştı günlerdir. Haber aldı ya kadın gerisi laf hiç sormadı ötesini.. Rahatlamanın verdiği huzurla hastalandı. Günlerce yarı ölü yarı diri yatarken mektuplarını yazamadı.
Huzur iyi değil insan için diye düşündü. “Adamcağız yıllarca çalıştı didindi, çocuklarını okuttu, evlendirdi, emekli oldu tam hayatını yaşayacakken bu kötü hastalığa tutuldu terki diyar etti” derlerdi çevresinde sık sık. Böyle vakaların yaşanmasından bir genelleme çıkardı kadın kendince “Huzurun fazlası hasta eder insanı”. Kendisi de haber alır almaz yataklara düşmüştü işte. Biraz kavga olmalı hayatta, mücadele olmalı, yenecek düşmanları, zaferleri, kazanımları, diri tutan kaygıları, beklentileri, umutları.. Hayata tutunacak kıskaçları olmalı insanın.
Dünyanın başını döndüren güneş gibi bir yıldızı olmalı insanın da başını döndüren. Bir tutkusu olmalı insanın gerektiğinde öldüren. Ki ölenler olmazsa bir ideal uğruna nasıl yaşardık biz şimdi kıymetini bilmediğimiz onurumuzla. Promete olmasaydı, Bruno yakılmasaydı, Sokrates zehirlenmeseydi ve adını bilmediğimiz nice kahraman kavga etmeseydi hala dünyanın döndüğüne bile inanmayan kölelerdik belki. Başkaları için ölenler ve kendileri için yaşayanlar dünyanın başından beri adaletsiz bir düzen gütmüşlerdi. İnsanlığın istediği bütün değerler kıymetini kanla biçerdi. Bilmem kaç insan kanı içmeden barış gelmezdi mesela herhangi bir zamanda herhangi bir yerinde dünyanın. İnsanın bedenine dokunmamak için işkence sandalyeleri yıllarca kan içti. Bu dünyanın düzeni böyleydi, birileri insan gibi yaşasın diye birileri fedakârlık etti. Tam bunları düşünürken bir ses işitti; “n’olursun uyan artık, aç gözünü, bizi sensiz bırakma”. Kadın rüya gördüğünü zannetti, uyanmaya çalıştı, açamadı gözlerini. Gözkapaklarındaki tonlarca ağırlık da neyin nesiydi. Tekrar uyuyacakken savaşçının sesini duydu “kazanacaksın, sen güçlüsün” , gözlerini nasıl olduysa açabildi ve O’nu gördü. Bulanık bir dünyaya bakarken O’nun gözleri bir yıldız gibi parladı sanki. “On gündür yoğun bakımdasın” dedi kadına. Bir tren istasyonunda bulmuşlardı kadını ellerinde güvercin tüyleri, cebinde küçük bir not kâğıdı;
“bir lodos sıcaklığında yeniden gel”
Tamamen uyandığında anladı ki aslında giden kendisiydi.. Bekleyen yine kendisi.. Ve beklemek en yorucu, en yoğun devinimli bir ruh eylemiydi.