16 Şubat 2011 Çarşamba

BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR


BEKLE
Birinci gün..
Daha kaç gün bekleyeceğini bilemezken ilk günün yorgunluğu çökmüştü üzerine. Sabah uyandığında bir mektup bulmuştu kapının önünde. Kafka’nın “Sevgili Milena”sına yazdığı gibi hep uzakta olmanın naifliğini taşıyordu. Gidiyorum savaşa diyordu olanca dokunaklığıyla. Bekle, geleceğim ve o zamana kadar “sevgiyle kal”.
İlk satırlarında döktüğü gözyaşlarını aceleyle silerken arkasından yetişir miyim diye çocuk acemiliğinde adımlar atarken savaşçının çoktan yol aldığını anladı. “Yaşadıklarımla savaşmaya gidiyorum, yılların biriktirdiği kötü kalıntıları söküp atmaya, arınıp damarlarımdaki kin tutan yuvarlardan, zafer kazanmaya gidiyorum.” Demişti. Ah mezar taşlarının kıymetini şimdi anladım diye iç geçirdi kadın. Sarılacak bir taşı bile olmazdı ya eski savaşçıların. İçinde titreyen bir telli çalgının teli değildi. Bizzat kendi iç sesiydi. Kanatlarını nasıl da hızlı çarpıyordu karnına yerleşmiş kelebekler. Keşke kendi canının acımasıyla yetinseydi bu bekleyişler. Daha ilk günün ağırlığı altında bu kadar ezilmişken beklemek şimdiden dipsiz bir kuyu gibiydi. Sevgiyle kal diyordu sonunda mektubun, sevgisiz kalamazdı ki zaten. Söylenmemiş cümleleri vardı daha. Ezilirken söyleyememenin pişmanlığı altında, biriktirip toparlayıp sevgiyle kalakalacaktı olduğu yerde. Hareketsiz kim bilir daha kaç gün..
Kafka, Milenasına; sen bir bıçaksın demişti, ve ben her gün içimi deşiyorum o bıçakla. İstemem böyle cümleler kurmasın bana.. Ama desin ki; sen benim can suyumsun ve ben her gün yeniden yeşertiyorum içimdeki yaşama sevincini.. Damarlarımdaki kanımsın ve ben seninle her nefesimde yeniden keşfediyorum vücudumun coğrafyasını.. 24 Ocak 2011
BEKLEM
İkinci gün…
Bir gün eline tutuşturmuş olduğu o solgun fotoğrafıyla kahramanının, uyuyakalmıştı mecalsiz. Gece ansızın uyanmıştı birkaç kez, her çıtırtıyı postacı sandığından. Geceyle gündüz birbirine karışmıştı. Bir haber bekliyordu sadece “iyiyim” diyen bir haber. Dün değil de gittiği sanki yüzyıllar önceydi. Ne kadar isterdi savaşa beraber gitmeyi, yaralarını sarmayı, su vermeyi, alnını silmeyi..
O gittiğinden beri yağmur hiç durmamıştı. Karnında kanat çırpan kelebekler gibi, durulmamıştı kanatsız yağmur damlaları. Küçükken yatağa girdiğinde dua ettiği günlere dönüp bütün saflığıyla bildiği bütün dinlerin tanrılarına yakardı. İyi olsundu da yıllarca sürecek mektuplaşmaya ve yağmurlara razıydı. Varsın bulutların gözyaşları hiç kurumasındı.
Yine gece, bu kez siyah pelerinlerini örtmüş üstlerine ağaçlar. Bari yıldızlar oklarını gözlerime batırmasalar diye düş-ündü.. 25 Ocak 2011
 
BEKLEME
Üçüncü gün…
Hâlâ bihaberdi.. Bu sabah, müjganından dökülen katrelerin kötü haber getiren bir haberci olduğu konusundaki tecrübesini hatırlayıp henüz öyle bir duruma gelmediği için şükretti. Bütün gün durmaksızın yağmur yağdı. Ama bugün akşam üstü bir sokak lambasının ışığında yağmur damlalarının kanatlandığını gördü. Bir mektup yazsam diye düşündü. Yağmurun altına bırakacaktı, kelimeleri yerinden söken damlalar buharlaşacak ve bulutlara karışıp gökyüzünden okutacaktı kendini. Adres kısmına ne yazacaktı? Bay Kahraman Herakles; Harp meydanı.. ya gitmezse, yok en iyisi beklemekti.
Biliyordu savaşçı yüreğini ortaya koyar muzaffer olurdu. Ama bir haber, sadece bir haber almayı ne kadar çok isterdi. En kötüsü de kimse bilmezdi beklediğini. Beklediğini anlasalar bile kimi bekler, neyi bekler kimse kestiremezdi. Ahh üçüncü günü de geçirse belki iyileşmeye başlayan yaralar gibi hafiflerdi beklemenin acısı.. 26 Ocak 2011
BEKLEMEK
Dördüncü gün…
Alacakaranlıkta yatağından fırladı, eline baktı. Rüyayla gerçek arasında gidip geldi saniyeler içinde. Ağaçların üzerine kurulu evlerden cennetin ortasındayken küçülüp bir avuçiçine sığar oldu kahramanı. Yani el kadardı. İncitmeden yatırarak koluna, ezerek bütün engelleri çıkan yoluna, koşuyordu ama nafile, kaygıyla uyanıp umutsuzluğa duçar oldu.
Bu zulmet, bu sessizlik her gün yavaş yavaş nefesini kesiyordu. Soluk alışları azaldıkça sanki beklediği zaman azalıyordu. Savrulan düşünceleri dönüp dolaşıp yine tanrıya bulaşıyordu. Tam da diyordu isyan bayrağım kurumaya başlamıştı toplayacaktım, nerden çıktı bu yağmur?.
“Bu kadar bilmeseydim de Eflatun’un mağarasına inansaydım, gördüklerim zahir olsaydı, gerçekler sonsuz.. ve ben o sonsuzlukta seni bekleseydim” diye iç geçirdi. Gün geçtikçe uzayan günleri kesecek bir makas istedi, tanrı vermedi.. Ah kürek cezasına razıydı da bekleme hükümlüsü olmasaydı.. 27 Ocak 2011
.........
BEKLEMEK EN BÜYÜK EYLEMDİR
Ondördüncü gün…
Beşinci gün bir haber geldi sonunda o meşakkatli bekleyişi sonlandıran. Savaşa giden, bir tren istasyonunda kalmıştı günlerdir. Ne geri dönebilmiş ne de yola çıkabilmişti. Uzayıp giden rayların ortasına sıkışmış, üstünden tren geçen biri gibi kıpırtısız kalakalmıştı günlerdir. Haber aldı ya kadın gerisi laf hiç sormadı ötesini.. Rahatlamanın verdiği huzurla hastalandı. Günlerce yarı ölü yarı diri yatarken mektuplarını yazamadı.
Huzur iyi değil insan için diye düşündü. “Adamcağız yıllarca çalıştı didindi, çocuklarını okuttu, evlendirdi, emekli oldu tam hayatını yaşayacakken bu kötü hastalığa tutuldu terki diyar etti” derlerdi çevresinde sık sık. Böyle vakaların yaşanmasından bir genelleme çıkardı kadın kendince “Huzurun fazlası hasta eder insanı”. Kendisi de haber alır almaz yataklara düşmüştü işte. Biraz kavga olmalı hayatta, mücadele olmalı, yenecek düşmanları, zaferleri, kazanımları, diri tutan kaygıları, beklentileri, umutları.. Hayata tutunacak kıskaçları olmalı insanın.
Dünyanın başını döndüren güneş gibi bir yıldızı olmalı insanın da başını döndüren. Bir tutkusu olmalı insanın gerektiğinde öldüren. Ki ölenler olmazsa bir ideal uğruna nasıl yaşardık biz şimdi kıymetini bilmediğimiz onurumuzla. Promete olmasaydı, Bruno yakılmasaydı, Sokrates zehirlenmeseydi ve adını bilmediğimiz nice kahraman kavga etmeseydi hala dünyanın döndüğüne bile inanmayan kölelerdik belki. Başkaları için ölenler ve kendileri için yaşayanlar dünyanın başından beri adaletsiz bir düzen gütmüşlerdi. İnsanlığın istediği bütün değerler kıymetini kanla biçerdi. Bilmem kaç insan kanı içmeden barış gelmezdi mesela herhangi bir zamanda herhangi bir yerinde dünyanın. İnsanın bedenine dokunmamak için işkence sandalyeleri yıllarca kan içti. Bu dünyanın düzeni böyleydi, birileri insan gibi yaşasın diye birileri fedakârlık etti. Tam bunları düşünürken bir ses işitti; “n’olursun uyan artık, aç gözünü, bizi sensiz bırakma”. Kadın rüya gördüğünü zannetti, uyanmaya çalıştı, açamadı gözlerini. Gözkapaklarındaki tonlarca ağırlık da neyin nesiydi. Tekrar uyuyacakken savaşçının sesini duydu “kazanacaksın, sen güçlüsün” , gözlerini nasıl olduysa açabildi ve O’nu gördü. Bulanık bir dünyaya bakarken O’nun gözleri bir yıldız gibi parladı sanki. “On gündür yoğun bakımdasın” dedi kadına. Bir tren istasyonunda bulmuşlardı kadını ellerinde güvercin tüyleri, cebinde küçük bir not kâğıdı;
“bir lodos sıcaklığında yeniden gel”
Tamamen uyandığında anladı ki aslında giden kendisiydi.. Bekleyen yine kendisi.. Ve beklemek en yorucu, en yoğun devinimli bir ruh eylemiydi.

1 yorum:

  1. Bunu atlamışım...Kötü olmuş...Yani bu kadar geç okumak kötü oldu.
    "Beklemek karşılıksız olduğu zaman en büyük eylemdir."

    YanıtlaSil